Klasik bir insanım ben,
Klasik hikayeler severim...

Salı, Aralık 27, 2011

Aşkın "Kuzey" Yönü

Tamam ben hayvanlardan korkan bir insanım.
Hatta Kuzey ilk geldiğinde elimi kafesten içeriye sokmaya bile korkuyordum.
Ama bugün büyük bir adım attık Oğluşumla...
İlk defa onu elime aldım, odada pır pır uçmasını sağladım.
Sonra onu tekrar yakalayıp "ev"ine geri koydum.
O şimdi bana ısırarak karşılık veriyor olsa da, birbirimize alışıyoruz.
İkimiz de korkumuzu birbirimizde yeneceğiz buna inanıyorum...
Ve gerçekten de böyle eve yeni bir heyecan gelmiş gibi hissediyorum...
Bir ses gelse bir şey mi oldu diye onun için endişeleniyorum...
Cidden bir Oğluş oldu Kuzey bana..
Ve gerçekten de Aşkların en güzeli oldu...

Pazartesi, Kasım 28, 2011

Elveda meyhaneci! Herkes sarhoş olamazken ben aşık olamıyorum! Ne ayak?

27.11.2011/ Pazar 16:00

Bu işte var bir yanlışlık diyorum ben. Hayır yani tamam aşık olmak o kadar kolay, basit bir duygu değil biliyorum ama, insanlardan etkilenemiyorum bile.
Yani etkileniyorum ama yeterince değil belki de. Bağlanamıyorum. Ve evet şu yazımda bahsettiğim gibi, sanırım artık ben de bir katil oluyorum.
Bu kötü, çok kötü hemde...
Ben onun gibi kötü bir insan olmak istemiyorum. Değilim de. Ama resmen insanlara olan güvenim sıfırın altında. Aşka olan inancım tamamen kayıp. Böyle karmaşalar içerisindeyim öyle yani. Canım sıkkın. Ruhum dargın. Bir şeyler ters gidiyor. Öyle...
İlacım bitti. Doktora gitmeye üşendim resmen. 1 haftadır anti-depresansızım. İlk defa geçen gece hüngür hüngür ağladım. Ki ben ilaca başladığımdan beri hiç ağlamamıştım. Böyle de bir garip kavram kargaşası içerisindeyim.
Bu yazıyı da teyzemlerdeyken yazıyorum. Elimde kalemim, kalemle yazmayı özlemişim resmen. Neyse. Hatta birazdan kuaföre gideceğim. Saçlarımla oynamamın zamanı geldi. Klasik kız depresyon belirtisi bu evet. Aman. Ne yapayım ya... Sıkıldım...

( Teyzemdeyken kaleme aldığım bu yazı burada tıkanmış kalmış... Zaten de yazamıyorum bu ara... Öyle işte...)

Salı, Kasım 15, 2011

Kayıp

Kayıp kelimelerim var benim...
Aklımda sürekli dönen...
Yazıya dökülemeyen..
Bugün öğlen uykusunda bebeğimin nefes alış-verişini dinlerken aklıma doluşan, ama şimdi nerde olduklarını bulamadığım kelimelerim...
Huzurlu, mutlu kelimelerim...
Asi, kırgın kelimelerim...
Kayıplar...
Yok işte...
İçim dolu dışım boş..
Kelimeler kayıp ben kayıp...

Perşembe, Ekim 27, 2011

Cevapsız tanımlarım...

24.10.2011 
Özlemek: Tam anlamıyla tanıma zahmetine girmediğin birini bile özleyebilir misin ki? 

Hatırlamak: Şu dünyada canını en çok yakan insanı neden sürekli hatırlarsın? 

Anlamak: Görmezden geldiğin gerçeklerin aniden dan dan dan yüzüne vurması... 

Yok olmak: Hayatta olup nefes almak, ama nefesten başka hiçbir getirisi olmayan kahpe bir karanlıkta sessizliğe gömülmek midir yok olmak? 

Kaybolmak: Yürüdüğün, doğru bildiğin yolların aslında yanlış olduğunu fark edip geri döndüğünde bilmediğin,karanlık sokaklarda bilmediğin dönüş yolunu aramak mıdır seni yoluna geri döndürebilecek olan? 

Ve.. 

Hapsolmak: Geçmişe takılı kalıp düşünmek, düşünmek hep aynı şeylere kafa yormak, başka hiçbir şey umurunda olmamak mıdır bizi bu denli hatıralara iten ve sürekli onlarla boğuşturan? 

Sorularımın vardır elbet cevabı, 
Ama yanıtlar benim istediklerim değil. 
Biliyorum. 
Çünkü istediğim yanıtlara ulaşabilseydim, 
Huzur denen kelime hayatıma anlam katabilirdi.. 
Ama olmadı... 
Belki de olamayacak...

Salı, Ekim 04, 2011

İnsanlar var, "insan"lar var... var işte...

Ne kadar az seçim yapabilme şansına sahibiz aslında.
Mesela ailemizi seçemiyoruz, iyisiyle kötüsüyle onları öyle kabul ediyoruz...
Aşık olduğumuz adamı seçemiyoruz kimi zaman, imkansızlığını bile bile gönül takılıp kalabiliyor istemediğimiz birilerine.
Arkadaşlarımızı belki biraz seçebiliyoruz desek de, seçtiklerimizin çoğu maskeli olabiliyor...
Seçtiğimiz insan aslında bambaşka birisi çıkabiliyor...
Her telden insanoğlu var şu dünyada...
İnsan gibi görünen ama olmayanlar da var.
Garip bir dünya, garip bir döngü...
Yüzsüz dolaşanından binlerce yüzler takınanlara kadar...
Milyonlar belki de milyarlarca "insan"ımsı var...
Peki amaç ne?
Kötülük yapmadaki amaç ne?
İkiyüzlü olmanın amacı ne?
Dengesiz davranmanın amacı ne?
Ruhsuz, düşüncesiz olmanın amacı ne?
Anlamıyorum ve hiç anlayabilecekmişim gibi gelmiyor bana...
İnsanların neden kötü olmayı seçtiklerini anlamıyorum...
İyi niyetin neden suistimal edildiğini anlamıyorum.
Tamam ben süper, melek bir insan değilim biliyorum ama, en azından düşünceli davranmaya çalışıyorum insanlara elimden geldiğince...
Ama neden bir çok insan gereksiz kötü onu da anlamak istiyorum...
Neden yani?
Belki de cevapsız bir soru soruyorum yine hayata...
Garip işte...
Gereksiz yere sinir ediyorlar insanlar beni.
İnsanlar mı ondan da emin değilim ya artık...
Ne kadar çok çeşitte "insan"ımsı varmış şu dünyada...
Bunları yeni yeni gördükçe daha da korkuyorum hayattan...
Daha da çok yaralanmaktan...

Ama yine de...
Mazeretim var!
Asabiyim ben!

Çarşamba, Eylül 28, 2011

Varmış bizim de bir hikayemiz...

23/06/2011 - 03.00 
Tatlı bir meltem esiyor bugün burada.
Yapraklar naif bir şekilde sallanıyorlar bir sağa, bir sola. 
Öyle hoş bir koku var ki etrafta, bahar değil de yaz kokusu adeta. 
Denizin çırpınan sesi uzaktan doluyor kulaklarıma. 
Bense oturmuşum verandamda kahvemi yudumluyorum günün batışında.
Gözümün önünde en sevdiğim çiçeklerim, rengarenk bir orman oluşturuyorlar bana. 
Usulca yanlarına gidiyorum ve her gün yaptığım gibi başlıyorum hikayemizi anlatmaya. 
Sessizce dinliyorlar hikayemizi. 
Her gün faklı bir yönünü anlatıyorum onlara. 
Seni yavaş yavaş tanısınlar istiyorum. 
Daha çok var gelmene buralara. 
Öyle yavaş anlatıyorum ki hikayemizi, sonunu öyle güzel planlıyorum ki, tam sen geldiğinde, tam hasret bittiğinde, hikayemizin hasret kısmı da bitmiş olsun diye.
Sonra tatlı bir meltem esiyor yine. 
Ve ben uyuyakaldığım sandalyemden kalkıp içeri giriyorum ürpererek. 
Üzerime örtülen şalın nerden geldiğini düşünerek...


(Bir zamanlar yazmışım, karalamışım bir yerlere, yeni buldum bu yazımı)

Pazar, Eylül 11, 2011

Pişmanım!

Durduramadım kendimi.
İçimde birikmişti, patladım.
Duramadım.
Pişman değilim.
Gerçek yüzler çıktı meydana.
Değer verdiğim insanın, bunca zamandır beni bıraktı gitti diye arkasından ağladığım insanın, gözyaşlarımın tek damlasına değmediğini öğrenmiş oldum bu sayede...
Pişmanım, ama sevdiğime, değer verdiğime...
Önemsediğime...
İnsan zannettiğime...
Duyguları var sandığım için pişmanım...
Aşk yok artık...
Yok benim lugatımda.
Benliğimde...
Cidden bir gıdım sevgim vardıysa onu da aldın gittin bu gece..
Bittin be.
Öyle bir düşmek ki bu gözden...
Öyle işte...
Ne teşekkür ne teessüf sana..
Hiçliksin artık bu bedende...
Bir hatadan başka hiçbir şey değilsin.
Pişmanım seni sevdiğimi zannettiğime.
Pişmanım...

Çarşamba, Eylül 07, 2011

Geçip giden zaman mı, hayat mı?

(04.09.2011 tarihinde, yazlıkta her zaman sallandığım salıncağımda kalbimden dökülen kelimeler topluluğu)

Bir yıl önce burda otururken kurduğum hayallerle, şimdi aynı yerde anımsadığım hayal kırıklıklarım arasında çok fark var. Zaman çabuk falan geçmiyor belki ama, her şey bir anda çok çabuk değişiyor. Bir yıl önce hayatımın uzun bir dönemini paylaştığım adamla, bozuk giden ilişkimizi onarma çabaları içinde, onunla ilgili hayaller kurarak oturuyordum bu salıncakta. Neler yapsak da ilişkimizin gidişatını kurtarsak diyordum. Oysa şimdi, biten o ilişkimi es geçersek, üstüne yaşadığım 19 günlük bir hayal kırıklığımın acısıyla boğuşuyorum yine aynı salıncakta. Evet 19 gün. Evet 3 yılla kıyaslanmayacak kadar kısa. Ama acısı daha taze olduğundan mıdır bilmiyorum ama daha çok yakıyor canımı. Belki de nedeni tamamen biteceğini beklemememden kaynaklanıyor, bilemiyorum. Aslında biliyorum da burada dile getiremiyorum. İkisinin de hatıraları başka başka. Asla kıyaslama yapamam aralarında. İkisinde de sevdiklerim başka çünkü. İlki bitmişti çünkü geçen sene bu zamanlar bitme sinyallerini vermişti. Çünkü artık sevgi yetmiyordu ve ben illa ki biteceğini biliyordum, hazırlıklıydım. Üzülmedim mi? Çook! Ağlamadım mı günlerce gecelerce? Ağladım! Bağıra çağıra ağladım. Ama biliyordum ki bitecekti. Hazırlamışım kendimi bu sona çoktan. Ve bitti. Acısı da dindi. Hoş hatıralar ve kalp kırıklıklarıyla bitti. Peki sonuncusunda ne oldu da, yas dönemi 3 yıllık biten ilişkiden bile uzun sürdü? Çünkü ben sığınacak bir liman aramıştım, ruhumu dinlendirmiş, yeni bir aşka hazır, konmaya yer aramıştım. O da yorgundu, yılgındı. O da liman aramıştı kendince. Ama hazır değildi. Bunu bile bile bana gel dedi. Ben bunu göre göre ona gittim. Sonra o hazır olmadığının daha da farkına vardı. Ve bitti. Hani bir şeyi çok istersin de olmayınca böyle mal gibi kalırsın ya. Hani tam ulaştım sanırsın, elinden uçup gider ya. Hani koyar ya. Hani can yakar ya. Öyle… Öyle canım yandı işte. Ha şimdi neden bu kadar uzun sürdü diye sorulacak olursa, ben nedenini çözdüm. Biliyorum. Bunun artık sürmemesi için ne yapmam gerektiğini, ya da nasıl halletmem gerektiğini bilemiyorum sadece. Ama tedavi görmeye başlamak bile bunun için bir adım değil midir? Kaybettiğim mutluluğumu geri kazanmaya çalışmak için didinmek de bir adım sayılmaz mı? Eğlenmek için çabalamak da savaşmak değil midir? Öyle. Dinleniyorum, ilaçlarımı içiyorum, gülüyorum, geziyorum, tozuyorum. Tekrar insan formuma geri dönüyorum… Yitip gidenler için de vah vah edip durmuyorum…

Perşembe, Ağustos 25, 2011

Ara lazım galiba bana...

Neden lazım, anlatayım.
Geçen gece yazdıklarımı -son 2 ayı- geri okuma yaptım. Ara ara geri okuma yaparım ben, bu iki ayda yapmamıştım, geçen gece yaptım. Farkettim ki, artık kendimi tekrar etmeye başlamışım. Dert yandığım şeyler aynı, dert yanma biçmim, kullandığım kelimeler, kurduğum cümleler aynı. Bu da kafamda sürekli aynı şeyleri aynı şekilde kurduğumu gösteriyor. Hayal gücümün sınırlarını zorlayıp da bir hikaye yazma girişiminde de bulunmamışım. Günlük yapmışım burayı resmen. Tamam burasının adı "İçimden bir ses", elbetteki içimden geçenleri yazacağım ama, bu kadar melankoli, yetmiş, artmış bence. Üretkenliğimin tükendiği hissine kapılmaya başladım. Kendimi zaten toplamaya ihtiyacım var, kafamı da toplamaya ihtiyacım var. Hayallerimin de dinlenmesi gerekmiş meğer.
Bu nedenle ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre buraya yazmamaya karar verdim. Kağıtlarımı, kalemlerimi tüketme zamanı şimdi. Çünkü yazı yazmadan duramam biliyorum...
Ve azda olsa beni okuyan sizlere, daha eğlenceli, daha az melankolik, depresyondan uzak yazılarla dönebilmek adına, kendimi nadasa bırakıyorum...

En kısa zamanda görüşmek dileğiyle...

Pazartesi, Ağustos 22, 2011

Bazen de gereksiz insanlara gereksiz anlam yüklersin...

Şimdi olay tamamen şöyle başlar;
Birileriyle tanışırsın yaşadığın müddetçe, bu değişmez bir gerçek.
Sonra insanları kendi gözünde kategorize edersin.
Değer biçersin önce, o değeri onlara verirsin.
Hata payı her zaman var.
Kimine az değer verirsin, sonra değeri artar yavaş yavaş, kimine birden çok değer verirsin sonra bir de bakarsın değersizleşmiş, düşmüş, bitmiş senin için.
İşte meselenin kitlendiği nokta tamamen burdan başlar.
Az değer verip de sonra gözünde değer kazanan insanlar çoğu zaman daha kıymetlidir, daha kalıcıdır hayatımızda.
Ama ya diğerleri?

Tanışırsın, sana kendini öyle bir gösterir ki, değer vermeye başlarsın.
Yeri gelir seversin, değeri giderek artar.
Sonra aşık olursun, o değer büyür büyür büyür, dağ gibi olur.
Sonra öyle bir şey yapar ki sana, verdiğin o kocaman değer, değersizlik anlamına bürünür.
Ve sen ona öyle çok değer vermiş olursun ki, başkalarına verebilecek değerin kalmamış olur.
Böylelikle insanlardan kaçmaya başlarsın.
Çünkü verecek değerin olmadığında bütün insanlar değersizdir gözünde.
Korkarsın insanlara yaklaşmaya, çekinirsin yeni insanlarla tanışmaya.
Kapanırsın kendi içine.
Elinde kalanlarla idare etmeye çalışırsın.
Ama bir yere kadar.
Onların değerini de arttıramazsın çünkü.
Sadece var olan değerleriyle yetinmeye çalışırsın.
Onlara da şüpheli gözlerle bakmaya başlarsın.
Verdiğin değerlerin bir gün yeniden değersizleşmesinden korkarsın.

Kısacası korkarsın.
Hayatına yeni insanlar sokmaya korkarsın.
Yeni insanlara güvenmeye korkarsın.
Herkese şüpheci gözlerle bakmaya başlarsın.
Ve bu seni daha da çekilmez bir insana dönüştürür.
Var olan arkadaşlıkların, dostlukların tükenir.
Yapayalnız kalmaya mahkum olursun.
...
Belki de en çok korktuğum şeylerden birisi bu benim.
Yalnız kalmak.
Dostlar değerlidir çünkü, kolay edinilmezler ama kolay kaybedilebilirler.
Bu yüzden onlara sımsıkı tutunmak gerek.
Var olanları kaybetmemek gerek.
Bu yüzdendir ki, her zaman yedekte bir değer bulundurmak gerek.
Tüm değerlerini asla tek bir kişiye yönlendirmemek gerek.

Ve geç de olsa bunu öğrendiğinde, zararın neresinden dönülse kârdır felsefesine sımsıkı tutunmak gerek...

Salı, Ağustos 16, 2011

Gereklilik kipi gereklidir!

Yapılması gereken şeyler var.
Bunları yaparken etkilenebilecek insanlar var.
İnsanları en az etkileyecek şekilde yapılması gerekenlerin yapılması gerek.
Çünkü gereklilik var ortada.
...
Mesela birden çok sevememek gerek.
Kalbinin kapılarını ardına kadar açmaman gerek.
Duvarlarını asla yıkmaman gerek.
İnsanlara sonsuz bir bağla güvenmemek gerek.
...
İlla ki biri gelecek, birden çok sevdiğin o kişi olacak, sonra kalbinin açtığın o kapılarından girecek, yıktığın duvarların üstüne basarak güveninin içine edip gidecek.
Ve bu asla bir kere olmayacak.
...
Ya da o kişi gelecek, birden çok sevdiğin kişi olmayacak ama sen etkileneceksin, kalbinin açtığın kapılarından içeri giriyormuş gibi yapacak ama birden aniden gidecek, yıkılmış duvarlar olmasa da, güveninin yine içine edilmiş olacak.
...
Son bir alternatif daha var ki, o kişi hiç gelmeyecek, güvenecek insan olmayacak, güven yıkılmayacak, sonsuz yalnızlık hep senin olacak.
...
Her koşulda yapılması gerekenler yapılmış olacak.
Çünkü gereklilik varsa, yapılması gereklidir her koşulda...

Cumartesi, Ağustos 13, 2011

Eğer ki gideceksen, bana hiç gelme lütfen...

Gel şimdi seninle bir anlaşma yapalım.
İster dostum ol, ister sevgilim, ister can yoldaşım.
Kendin ne olmak istediğinden emin değilsen sakın bana gelme.
Boş vaatlere doydum çünkü ben.
Yenisini bulduğunda gideceksen, bana hiç bulaşma bile.
Yoruldum ben çünkü "bir soluklanayım sende, biraz zaman geçirelim ben yenisini bulunca gideceğim" diyen tiplerden ben.
Sürekli bu tarz insanlarla tanışıyor olmaktan sıkıldım.
Sevgilim olma emin değilsen.
Arkadaşım bile olma.
Hatta bir "merhaba" mız bile olmasın mümkünse.
İki hafta iyi davranıp üçüncüsünde arayıp sormayacaksan, lütfen derdimle ilgileniyormuş gibi yapma.
Bana dostluk ümidi verme.
Seninle anı paylaşmayayım ben.
Senin var olduğunu bile bilmeyeyim.
Sahte dostluk o kadar çok ki etrafta, bak aşk demiyorum, o zaten yok!
Ama sahte dost olacaksan bana, lütfen hiç sorma bile derdimi...
Önce kendinden emin ol.
Ne olmak istiyorsun, neyim olmak istiyorsun?
Ya da istemiyor musun?
Önce buna karar ver, sonra adım at.
Beni daha fazla germe...

Perşembe, Ağustos 11, 2011

Ben; geçiş basamağı! Durmayın, basın ve geçin...

Sevgilinden mi ayrıldın?
Aşk acısı mı çekiyorsun?
Durma, Ece burada.
Anlat derdini, ilgilen, sıcak davran...
Geçti mi acıların?
Bas git.
Burası sadece bir basamak.
Burada kalamazsın.
Kullanabileceğin kadar kullan, sömürebileceğin kadar sömür...
Sonra da çek git.
Çünkü burası bir basamak, burada durup trafiği sıkıştıramazsın.
Sıradaki gelecek, o da aşk acısını atlatana kadar bu basamakta bekleyecek, anlatacak derdini, ilgi gösterecek, sonra o da gidecek.
Kimse bu basamakta sonsuza dek beklemeyecek.
Hep sıradaki gelecek ve gidecek.
Burada sabit olan tek şey Ece.
Yaralarına her yeni gelende yeni yaralar ekleyen bir tek Ece.

Ece sadece bir basamak işte, sen sadece üstüne bas ve geç...

Salı, Ağustos 09, 2011

Bir minicik kız çocuğu...

Çocuk olmak kadar güzeli yokmuş meğer...
Hani en büyük derdimizin "bugün hangi oyuncağımla oynasam" olduğu zamanlar.
Kurduğumuz hayallerin imkansız olduğunu bilmediğimiz yıllar.
Her gün farklı bir hikayenin kahramanı olduğumuz anlar.
Hayal etmekten korkmadan hayal ettiğimiz zamanlar.
Gerçekten saf olduğumuz yıllar.
Tertemiz renklerimize siyahların bulaşmadığı anlar.

Zaman geçtikçe karardı renklerimiz.
Önce hayallerimizin asla gerçekleşmeyeceğini öğrendik.
Sonra hayal etmekten korkar olduk.
Umutlarımızı teker teker yitirdik.
Umut etmekten de korkar olduk.
Sevdik, sevilmedik, sevildik, sevemedik...
Sevdiğimiz tarafından en büyük darbeleri yedik.
Ummadığımız insanlar arkamızdan kuyumuzu kazdı...
Tekrar masum olmayı beceremedik.
Şarkıda diyor ya " biz büyüdük ve kirlendi dünya"...
Biz mahkum olduk kirlettiğimiz bu dünyaya...
Sevgi kelimesi anlamını yitirdi..
Aşk zaten var mıydı ki?
Beceremedik...
Masumca sevsek de, vahşice terkedildik...
Gerçekten sevenin kıymetini bilmeyi biz beceremedik...

Umutlar yıkıldı, yok edildi.
Sevda adına bir sürü yeminler boş yere edildi.
Âşık olmayı beceremedik.
Gerçek aşkın ateşinde yanmayı beceremedik.
Biz gerçekten de aşkın ne olduğunu bilemedik.
Sevdik, ama yetmedi.
İnsanoğluna elindekinin kıymetini bilmeyi öğretemedik.
Hep daha fazlasını istediler, biz veremedik.
Umut etmekten de böylece vazgeçtik.

Hayattan bir sürü şey istedik.
Ama bunları elde etmek için hiç savaşmayı seçmedik...
Sevmek istedik başkalarını da, ama bunun için uğraşmak yerine, eskiye takıldık kaldık...
Kendi yaralarımızı başkalarında sarmaya çalıştık, onları kendimizden de derin yaraladık.
Yaralandık.
Yenildik.

Yine de pes etmedik.
Güçlü olmayı seçtik.
Yıkılmadan yürüyebilmeyi öğrendik.
Aldığımız darbeler bize ders oldu, darbe gücü arttı ama etkisi azaldı.
Bağışıklık kazandık sahte insanların sahte duygularına..

Ama yine de, yeri geldi, göz göre göre, gitmemek gerektiğini bile bile gittik...
Başkasını sevdiğini bile bile sevdik.
Verdiği umudu almamak için uğraşmadık bile.
Güvenmeyi seçtik.
En başta hatayı kendimize biz ettik...
Sonra iş işten geçmiş gitmiş oldu zaten, yaralarımızla yüzleştik.

Tutunacak dalımız kalmayana kadar sevmeye devam ettik.
Biz büyüdükçe, gerçekten sevmenin anlamını kaybettik...
Aşka ise tövbe ettik..

Cuma, Ağustos 05, 2011

Oysa...

Sakin, sessiz bir yolda yürüyordum yavaş yavaş adımlarla.
Uzaktan dalgaların sesi geliyordu kulağıma.
Yönümü dalgalara doğru çevirdim.
Deniz kıyısına varmalı, sahilden, denizin içinden yürümeliyim diye düşündüm.
Yavaş yavaş o tarafa doğru yürüdüm.
Dolunayın aydınlattığı yolda benden başka kimsecikler yoktu.
Ve gece giderek kararıyordu.
Bir şeyler olacağını sezinlesem de, yoluma devam ettim.
Sahile vardığında neredeyse zifiri karanlık olmuştu.
Dalga seslerini duyuyor, ama denize bir türlü ulaşamıyordum.
Sonra karşımda bir siluet belirdi.
Sendin.
Yine sen.
"Neden burdasın?" dedim sana.
"Ben hiç gitmedim" dedin.
Yalan!
Bana yine yalan söyledin.
Sen gittin!
Gitmiştin.
Yere çöktüm, ağlamaya başladım, "Yapma bunu bana" diye yalvardım sana.
"Git" dedim, "Git! Gelme, çıkma karşıma bir daha".
"Olmaz" dedin, "Ben hep geleceğim, hep burada olacağım".
"Olma" dedim sana, yalvardım, "Bana ümit verme".
Ama sen dinlemedin.
Saatlerce ağladım, sen de saatlerce orada öylece karşımda durdun ve beni izledin.
"Ağlama" demedin, ya da "Seni seviyorum".
Ama "Orada öylece durman bile benim için bir ümit" dedim, dinlemedin.
Ne sen gittin, ne de ben kalkıp sana gelebildim.
Aramızda beş adımdan fazla yoktu ama, o kadar çok derin bir boşluk vardı ki, adım atmaya korktum.
Sense adım atmak için orada yoktun.
Sadece bedenen oradaydın.
Ruhen, kalben olmak istediğin yer burası değil biliyorum.
"Git" dedim sana.
Gitmedin.

Sonra ben yine sıçrayarak uyandım.
Sen aslında yine yoktun.
Her gece olduğu gibi, gittiğinden beri istisnasız her gece olduğu gibi, sen yine yoktun.
Kendime gelmem, bunun bir kabus olduğunu anlamam yine uzun sürdü.
Artık bünyem seni öyle dışlıyor ki, beni senden korumayı öyle çok istiyor ki, rüyama her girdiğinde, yani her gece, sıçrayarak uyanıyorum.
Korkuyorum.
Kalbim çarpıyor hızlı hızlı.
Sonra sakinleşiyorum.
"Rüyaydı, hatta kabustu" diyorum.
Sonra tekrar uyumaya çalışıyorum.
Sonra seni hatırlıyorum.
"Neden" diyorum, "Neden giriyorsun rüyalarıma, neden?"
Ama ne sen cevap verebiliyorsun bana, ne de ben bir cevap bulabiliyorum kendime...
Seni rüyamda görmeyi kafama takıyorum, seni düşünüyorum, seni düşünmeyi bırakamadığım için rüyamda görüyorum, kısır bir döngüde hayat yani benim için...

Sen neler yaşıyorsun, bilmiyorum...
Belki de bilmek istemiyorum...
Bilmiyorum...

Perşembe, Ağustos 04, 2011

Ağustos gelir, belki de hayat yenilenir...

Yeni aya yeni yazılar lazım...
Temmuzun bunalımını üstümüzden atmak lazım...
Aslında bunalımım bitti büyük ölçüde.
En azından artık canım eskisi kadar çok yanmıyor.
Hala rüya görüyor olmak canımı sıkan tek şey şu günlerde.
Rüya görmeyi de engelleyebilirsem belki her şey daha güzel olacak.
Ya da bambaşka şeyler düşünürken aklıma onunla ilgili saçma sapan alakasız anılar gelmese mesela.
Kafamı başka şeylere yöneltebilmek adına neredeyse bütün gün "House" izliyorum.
Gün içerisinde House'dan başka bir şey kafamı meşgul etmiyor olsa da, kafam yastığa gidince, rüyalarımda House'un yanında ne işin var be adam?
Yani ne alakasınız?
Bilmiyorum.
Bilinçaltım beni zaten sevmiyor.
Bir de saçma sapan rüyalar göstererek, gereksiz anıları hatırlatarak beni öldürmeyi planlıyor sanırım.
Bu arada değişik değişik şeylerin farkına vardım.
Mesela, arkadaş olduğun, dertleştiğin ne bileyim kendinle ilgili özel şeyler paylaştığın birine aşık olmak iyi bir şey değilmiş.
Bu ilk defa başıma gelmişti, muhtemelen de son olacak.
Zira aşık olduğun adamı kaybettiğinde, arkadaşını, dostunu da kaybetmiş oluyorsun.
Kaybın x2 yani.
Belki de bu sürecin bu kadar uzun olmasının nedeni bu.
Bilmiyorum.
Ama bunalımda değilim artık.
Sadece artık aklıma geliyor olmasından sıkıldım, bu.
Bir de alakasız alakasız şeyleri kafama takmaktan sıkıldım.
Bambaşka hayaller kurarken hayallerimin ortasına anılarıyla dalmasından sıkıldım.
Bu.
İsyanım tamamen bu.
Onun haricinde iyiyim sanırım ben.
Hayaller ve rüyalar bittiğinde daha da iyi olacağımı biliyorum.
O yüzden de çok da korkmuyorum.
Zaman illa ki geçirecek bir şeyleri...

Perşembe, Temmuz 28, 2011

Bir katilin masalı...

Önce bir kurbandı o da "ben"im gibi.
Katili tarafından kandırılmış, cezbedilmiş...
Katiline güvenmiş, aldanmış, yanılmış.
Sonra bir gün, katili bıraktı onun elini, güvenini boşa çıkardı, dımdızlak ortada kaldı.
Katili ona acımadı ve öldürdü, sonra dönüp arkasına bile bakmadı.

Bir süre ölü kalmayı seçti bizimki.
Ağladı, zırladı, geri dönmek istedi, yapamadı.
Baktı ki geri dönüşü yok, ve katilinden almış zehri, o da kendine kurbanlar aramaya başladı.
Belki bir kaç umursamaz deneme yaptı, olmadı.
Sonra karşısına ona güvenmeye hazır bir "ben" çıktı.
Şimdi katil konumunda o, kurban konumunda "ben" vardı.
"ben" tıpkı katilin bir zamanlar kendi katiline yaptığı gibi ona güvendi, aldandı, yanıldı.
Ve katil bir anda "ben"in elini bıraktı.
Çünkü o kendi katilini hala unutamamıştı.
Zehrini "ben"e bulaştırarak gitti, o da ardına bile bakmadı.

Şimdi bu "ben" de bir süre ölü kalmayı seçti.
Ağladı, zırladı, geri dönmek istedi.
Ama "ben" de yapamadı, geri dönemeyeceğini anladı.
Şimdi sıra "ben"e geçmişti.
Şimdi katil "ben", kendine yeni kurbanlar aramaya başladı...
Ve bulduğunda muhtemelen katilinin "ben"e yaptığını "ben" de bir başkasına yapacaktı.
Çünkü "ben" de hala kendi katilini unutamamıştı...

Çarşamba, Temmuz 27, 2011

İnsanlar nankör olmasın, hayat bayram olur belki...

Bazı insanlar gerçekten çok nankörler.
Hem elindekinin kıymetini bilmiyorlar, hem de sonra dert yanıyorlar.
Neden?
İnsanlar neden nankörlükten zevk alıyorlar?
Ya da neden elindekinin kıymetini bilmiyorlar?
Cidden çok sinirliyim bu konuda.
Söylemek istediğim çok şey var, söylememem gerek ama.
Çünkü ben konuşmaya başlayınca biliyorum ki çok insan alınacak üstüne ve genelde bu doğru insanlar olacak, sonra da kırılacaklar bana doğruları söylüyorum diye.
Ben sevmiyorum insanları kırmayı.
Bu yüzden hep -çoğunlukla- içime atarım kızgınlığımı.
Ama nankör olmasın insanlar!
Neleri neleri bulamayanlar var, elindekilerle yetinmeyi öğrensinler.
Elindekinin kıymetini bilemeyip, daha iyisini aramaya çıkmasınlar.
Elindekinden de olup ortada bomboş kalıp sonra da nankörlük yapmasınlar.
Yapmayın işte.

"Gerçek sevgi" denen şey çok az bulunuyor zaten artık, biri size bunu vermişse, daha iyisini aramaya çalışmanın ne gereği var?
Bulmuşsan bırakmanın ne gereği var...

Yok işte..
İnsanlar nankör...
İnsanlar kötü.
Kimse "sevginin" kıymetini bilmiyor.
Sevilen sevenin değerini anlamıyor.
Yazık...
Olan hep sevene oluyor...
Hep çok sevene...

Pazartesi, Temmuz 25, 2011

Güven, Güvenmek, Güvenebilmek...

"Güven" kelimesinin anlamı aslında çok acayip.
Yani böyle tamamen açıklanabilecek bir kelime değil sanki bana göre.
Bir insana neden güvenirsin?
Ya da güven nasıl kazanılır?
Bunlar acayip şeyler.
Örneğin; yıllarını geçirdiğin bir adama güvenemezken, daha yeni tanıdığın birine birden çok güvenebiliyor bir insan.
Halbuki güven zamanla kazanılan bir olgu değil midir?
Belki de değildir.
Bir insana güvenerek başlarsın belki de, sonra zamanla ya kaybedersin güvenini, ya da sağlamlaştırırsın.
Yani şöyle; "bana şunu şunu yaptığı için güveniyorum ona" demezsin, " bana şunu şunu yaptığı için güvenmiyorum ona" dersin çoğunlukla.
Yani aslında vardır çoğu zaman güven en başta.
Bir de ön yargılar var tabi.
En başta güven duymanı engelleyen şeyler ki bu genellikle yaşanmışlıklara dayanır.
Başından kötü bir olay geçmiştir, insanlara güvenmemeyi seçersin.
Çok güvendiğin biri seni sırtından bıçaklamıştır, herkese önce kalkanını gösterirsin.
Mesela benim...
Hep duvarlarım vardı, hep.
Kolay kolay güvenemem insanlara, kolay kolay indirmem yelkenlerimi.
Neden bilmiyorum yapamam.
Ki hayattan daha az yara almanın yolu buymuş ben farkında olmadan bunu keşfetmişim ama değerini yeni anlıyorum.
Zira belki de ilk defa birine duvarsız gitmiştim, tamamen kendim olarak.
Sonra yere öyle bir çakıldım ki, hala tam anlamıyla toparlanamadım.
Yani insanlara önden güvenmek, iyice tanımadan inanmak, duvarsız kalmak, kötü şeyler bunlar.
Ki zaten bir insanı ne kadar iyi tanıyabilirsin ki?
Yeri geliyor annemizi babamızı tanıyamıyoruz, elin oğlu neler yapmaz?
Öyle.
Güvenmek, güvenebilmek, insanların güven dolu ilişkiler yaşayabilmesi güzel şey de...
Bulabilene, yıkılmadan durabilene...

Perşembe, Temmuz 21, 2011

Bitmesi gerekiyordu, bitmeliydi, yapmalıydım...

Büyük bir adım atmış olabilirim kendimce.
Sildim seni hayatımın göz önünde olduğun kısmından.
Çıkarttım attım.
Şimdi sıra kalbimde.
Ordan da gitceksin zamanı geldiğinde.
Göz görmeyince gönül katlanır ilkesine dayanarak, sildim seni.
Kalbimden de gitceksin.
Gitmelisin.
Öyle.
Kural bu....

Çarşamba, Temmuz 20, 2011

Bazen o konuşur kendi kendine öyle...

E sus artık.
Bazen çok fazla konuşuyorsun.
Kendi kendine senaryolar yazıyorsun, sonra onlara inanıyorsun.
Gerçek zannediyorsun.
Sonra o geçiyor, başka senaryolar, alternatif sonlar...
Sürekli konuşuyorsun.
Öyle değilse böyle, bu olmazsa şu diye diye...
Susmuyorsun ki hiç.
Uyurken bile konuşuyorsun.
Rüyalarıma girip kabusum oluyorsun.
Bi sus artık bence.
Biraz sen de dinlen, konuşmaya ara ver.
Çok başım ağrıyor sayende.
Sessizliğin sesini özledim resmen.
Konuşarak bir şeyleri çözemedin, bir de susmayı dene.
Olur mu sevgili beynim?
Kendi kendine konuşmaktan vazgeç de...
Dinlenelim biraz be...

Cumartesi, Temmuz 16, 2011

1. Raunt sonucu= Beyin 1 - 0 Kalp

Taktığım maskemi çıkarttım.
Olmadığım biri gibi olmaya çalışmaktan yoruldum.
Zaman merhem falan olmuyor.
Yaralar kabuk bağlasa da dokununca yeniden kanıyor.
Kafamı meşgul edecek bir şeyler bulamayınca sana sarıyor olmaktan sıkıldım.
Tamamen silinmen ne zaman mümkün olacak?
Düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünüyorum.
Acaba diyorum, düşünmemek yerine daha çok düşünsem de canım yansa, yansa, yansa, sonra zehir aksa gitse...
Sen de gitsen?
Seni düşünmeyi erteledikçe daha çok uzuyormuş gibi geliyor bu süre.
Ne kadar çabuk tüketirsem gözyaşlarımı o kadar çabuk kurtulmaz mıyım senden?

Zaman zaman geçti zannediyorum, etrafta insanlar varken...
Sonra herkes kendi köşesine çekiliyor.
Ben kendimle başbaşa kalıyorum.
Sonra düşünmemeye çalışırken, gözümde bir şeyler canlanıyor.
Sonra onlar gerçek miydi hayal miydi diye düşünüyorum.

Sonra hatırlamaya çalışıyorum;
Hafızam bana oyun oynuyor.
Yaşadığımız o kısa süre, sanki gerçek değilmiş de, benim kafamda kurduğum bir hayalmiş gibi geliyor.
Sanki az da olsa sayılı gün hiç yaşanmadı da, ben senle olmayı hayal etmişim gibi.
Belki beynim bu tarz davranarak seni unutmamı kolaylaştırmaya çalışıyor.
O kadar uzak ki artık.
Cidden bir sis perdesinin ardında kalmış gibi.
Hiç gerçek olmamış gibi.
Bir rüya görmüşüm gibi.
Asla yaşanmamış gibi.
Belki de en güzeli...
Belki de yaşanmaması gerekirdi.
Bilmiyorum...
Ama böyle gerçek dışıymış gibi hissetmek garip geliyor.
Sanki elini hiç tutmamışım gibi hissetmek, sanki hiç sevmemişim de, rüya görmüşüm gibi farzetmek...
Bilmiyorum...
Beynim benimle oyun oynuyor.
Kalbimle beynimin girdiği savaşı beynim kazanıyor.
Sanırım artık kalpsizim.
Beynimse çok yaralı...

Cuma, Temmuz 15, 2011

"Gülmek" unutulan bir şey değilmiş ki

Hayatın devam edebildiğini de gördüm...
Hatta hayat beni aslında hiç bırakmamış, ben onu terketmişim gibi hissettim.
Hayat geçip giderken, yetişmeye çalışmanın anlamsız olduğunu anladım.
Anı yaşa, mutlu ol, hızlı yaşa, genç öl.
Öl dediysek gerçekten değil, mecazen.
Hani ruh ölür beden kalır ya, öyle.
Beden devam eder nefes almaya ama, ruhen yoksundur ya hani, öyle.
Ruhen yokum zannetmiştim.
Ruhumu aldı da gitti zannetmiştim.
Yanılmışım.
Hem bendenen hem ruhen burdayım, ölmemişim.
Bu kadarcık acıyla mı ölünülecek zaten?
Yalan o.
"Çok acı çekiyorum, ölüyorum" yalan bunlar yalan.
Ne ki bu acı?
Alt tarafı terk edildik, bitti.
Ne acılar var şu hayatta ya, insanlar nelere göğüs geriyor da gıkını çıkartmıyor.
Bizse en ufak bir şeyde hemen "böhü böhü" ağlıyoruz.
Benciliz, kötüyüz.
Al yaşıyorum işte sensiz de.
Hem de gayet güzel, gayet mutlu olabiliyorum.
Sahte değil gerçek gülücükler saçabiliyorum.
Kaybettiğimi sandığım mutluluğu yakalayabiliyorum.
Yani boş işler bunlar...
Birini çok sevdik, o bizi sevmedi diye ölünmüyormuş.
Hayat bu kadar basit zevklerden ibaret değilmiş.
İnsan kaldığı yerden devam edebiliyormuş hayata...
Bıraktığı yerden devralabiliyormuş.
Yani, gülmek o kadar da zor değilmiş.
Yani, sevmek ölmek demek değilmiş...

Çarşamba, Temmuz 13, 2011

Silkelen ve kendine gel!

(Dikkat: Bu yazı tamamen kendimi kendime getirmek amacıyla yazılmıştır. Ne kadar gözümün önünde olursa o kadar çabuk kendime geleceğim umulmaktadır.)


Nereye kayboldu o asi kız?
Hani her şeyin üstesinden gelebilen, pes etmeyen, savaşan o asi kız?
Nereye attın gururunu?
Kimin ayaklarının altına?
Değer mi değmeyecek bir aşk uğruna kendini bu kadar yerin dibine sokmaya?
Silkelen ve kendine gel gerizekalı.
Sen bu değilsin!
Hani nerde senin o gülen gözlerin?
Sen ki neleri atlattın, neleri başardın.
Bir gerizekalı "aşk"ı mı yenemeyeceksin?
Zormuş unutmak, peh!
Zor falan değil mankafa.
O kalın kafana sok bunu.
Sen gözünde çok fazla büyütüyorsun sadece.
Yeter artık bu melankoli.
Yeter artık kendine gel!
Sen bu değilsin!
O etrafa neşe saçan kız geri gelsin.
Bu somurtuk haller bitsin artık.
Değer mi bir HİÇ uğruna?
Değer mi gururunu yere sermeye?
Öyleyse?
Bitir şu kavgayı ve galip gel!
Sil ONU artık kalbinden ve beyninden.
Yeter!

Salı, Temmuz 12, 2011

Gitme desen ne çare?

Gidenin arkasından bakakalmak kadar acı bir şey yok sanırım.
Elinden gelen her şeyi yapmış olmana rağmen gidiyorsa zaten, daha da zor gelir ardından bakmak.
Düşünmeye başlarsın, yapmadığım ne kaldı, ne yaparsam kalır da gitmez diye.
Oysa ki yapılabilecek her şeyi yapmışsındır ama yine de uğraşırsın gitmesin diye.
Halbuki sen ne yaparsan yap, gitmek isteyen gider.
O koymuşsa kafasına gitmeyi, gider.
Ne yaparsan yap tutamazsın yanında.
Kalben yanında değildir zaten o o saatten sonra.
Bedenen yanında olsa da kalben yoktur.
Zaten gitmiştir.
Birisi sana "gidiyorum" dediyse, aslında gitmiştir o.
Sana nezaketen haber verir.
"Ben gittim" demektir aslında "gidiyorum" demek.
Ve aslında o bilmez ardında kalanın ne kadar acı çektiğini.
Düşünür belki, biraz, sonra umursamaz bile.
Amacı gitmektir çünkü.
Düşündüğü tek şey her şeyi ardında bırakıp gitmektir.
Ve gider.
Çoğu zaman ardına da bakmaz.
Belki bazıları, merhamet varsa yüreğinde az da olsa, şöyle bir döner bakar.
Senin acı çektiğini görür, belki biraz üzülür, vicdan azabı duyar belki birazcık.
Sonra geçer.
Önüne döner yoluna devam eder.
Sense durursun durduğun yerde.
Ne ona ardını dönebilirsin, ne de kendine.
Öylece durursun.
Her şeyin bittiğini, geri dönüşün asla olmayacağını anlayacağın güne kadar orada öylece beklersin acılarınla.
Sonra o gün gelir, sen anlarsın.
Artık geri dönüş olmayacaktır, giden gelmeyecektir asla.
Anlarsın.
Umut etmekten vazgeçersin.
Aşkını kalbine gömersin.
Ve ona arkanı dönersin.
Sen de gidersin.
Ara ara yine de bakarsın ardına istemsizce, aslında umut öyle kolay kolay ölmez çünkü.
Ama ardına her baktığında, daha da uzaklaştığını farkedersin gidenden.
Araya giren mesafeleri farkedersin.
Ve geri dönüşün olmayacağını yavaş yavaş daha da iyi anlarsın.
Böylece umut ölür zor da olsa.
Kendi özüne geri dönersin, yaralarını sararsın.
Kalan izleri seyredersin, ağlarsın.
Sonra zaman geçer, izler kaybolmasa da büyük miktarda silinir.
Hatırlamak güçleşir.
Unutursun, unuttuğunu sanırsın.
Sonra bir şarkı çalar radyoda, hatırlarsın.
Yine anımsarsın, ağlarsın.
Bitti zannetsen de, bitmez öyle kolay kolay.
Anlamazsın.
Gidense yeni maceralarına atılmıştır çoktan, anımsamaz bile...


Fesleğenim ve ben

Anneannemin geçen sene bana hediye ettiği bir fesleğen var.
Geçen yaz evde pek durmadığımızdan, kendisi çok zorlu koşullarda kaldı.
Evde onu sulayacak biri olmadığından, su dolu bir kovanın içerisinde beklettik saksısıyla mesela.
Eve döndüğümüzde suyun tamamı bitmiş üstüne de solmuştu garibim.
Suladık hemen canlandı.
Sonra dalları yanlara doğru değil de yukarı doğru uzuyordu, genişleyeceğine sırık gibi olmaya başladı.
Ben de başka bir saksıya dallarından koparıp koparıp diktim.
O ilk hali öldü.
Ama yavruları şu an yeni saksısında, annesi gibi direniyor.
Kaç kere unuttum sulamayı, her seferinde solsa da, suladığımda yeniden dirildi.
Ona gösterdiğim sevgiyi anlıyor sanırım.
Çünkü onu sulamayı unuttuğumu ve solduğunu farkedince gerçekten çok üzülüyorum.
O da bunu biliyor ki suladığımda hemen kendine geliyor.
Aramızda güzel bir bağ var fesleğenimle.
Ona baktıkça aslında, daha iyi anlıyorum bazen yaşama nasıl sıkı sıkı tutunmak gerektiğini.
Ve o bana anneannemin hediyesi...
Onu benim için bu kadar değerli yapan şeylerden en başta gelen de bu sanırım.
Ve hayattaki tüm zorluklara rağmen, sevdiğinde sana verdiği şahane kokusu...
Aslında o çok güçlü.
Ve ben ona çok imreniyorum...

Bu da benim canım fesleğenim...


Bu gecede var bir hüzün...

Geceler sessiz olursa, beynimde iki kişi konuşuyor; sen ve ben.
Onlar sussun diye müzik dinlemeyi seçiyorum.
Bu sefer de önce melodiler hüzne boğuyor, sonra öyle bir söz geçiyor ki, resmen öldürüyor.
Bunu bugün en alakasız şarkılarda yaşadım...
Hani tamam bazı belli başlı şarkılar var, zaten hüzünlüdür, yaralayıcıdır...
Ama en beklenmedik, en hareketli, ne bileyim en pozitif şarkılarda bile öyle sözler olabiliyor ki bazen...
Kitlenip kalıyorsun...
Birkaç şarkıda bu moda girdim bugün.
Ama genel olarak ruh halimden bahsedecek olursam; iyiyim.
Gerçekten bugün iyiyim.
Kabuslarım azalmadı belki ama, sanırım gözyaşlarım tükendi.
Akmıyorlar.
Ve mesela bugün daha az umursadım.
Giden gitti, biten bitti.
Zaman geriye doğru akmayacağına göre, ileriye doğru adım atmamak için bir neden göremiyorum.
O yüzden ilerliyorum.
Yani yas tutma mevsimi bitti.
Şimdi ilerde olabilecek güzel günlerin hayalini kurma zamanı.
Hem de yalnız.
Farkettim de, hayaller tek kişilik olunca can hiç yanmıyor aslında...
Sadece kendimi hayal ediyorum ben bundan sonra...
Öyle.

Pazar, Temmuz 10, 2011

Lütfen kurtar beni senden...

Yine sarhoşum ki ben.
Alkolik olursam sebebi sen olacaksın sevgilim, üzgünüm...
İçiyorum, çünkü seni unutmak silmek istiyorum beynimden.
Olmuyor ama malesef...
Olmuyor.
Ne zaman çıkıp gideceksin beynimden, kalbimden, benliğimden.
Defol git artık ya!
Canım çok yanıyor artık benim.
Git benden.
Kurtar beni senden.

Hatırlar mısın bilmiyorum, bir gün sen de sarhoştun da bana demiştin "kurtar kendini benden" diye.
Heh! Onu istiyorum senden tam da, kurtar beni senden!

Azad olmak istiyorum.
Uçup gitmek istiyorum başka diyarlara...
Senden kurtarmak istiyorum kendimi...

Nasıl bu kadar sevdim seni ben de anlamadım.
Sevdim ama işte..
Çok hem de...
Unutacağım elbet seni bir gün biliyorum...
Ama ne zaman?
Ne zaman tamamen biteceksin bende?
Bit artık lütfen!
Seni sevmekten yoruldum...
Her gece hayalinle uyumaktan yoruldum...
Her gece rüyamda seni görmekten yoruldum...

Gittiğinden beri, seni rüyamda görmediğim bir gecem geçmedi.
Kurtar artık beni bu azaptan!
Bana daha kötü ne yapabilirsin bilmiyorum ama, yap bir şeyler ki unutayım artık seni.
Çok yorgunum.
Ağlamaktan yoruldum, savaşmaktan yoruldum, sensizlikten yoruldum!

Ve artık biliyorum asla bir daha birlikte olamayacağımızı...
O yüzden ne olursun kurtar beni senden!
Sevmek istemiyorum artık seni...

Ama çok seviyorum ki!
Lanet olsun çok seviyorum!!!

Perşembe, Temmuz 07, 2011

Güneş buralara hiç doğmamıştı belki de...

Gökkuşağım vardı benim.
Baktığımda huzur bulduğum, rengarenk gökkuşağım.
Şimdi baktığım her yer karanlık.

Yağmuru senle sevmiştim ben.
Yağmurdan sonraki o toprak kokusunu.
Şimdi her yerde bulut var kara kara, ama yağmur sadece gözlerimde.

Rüyalar seninle güzeldi bende.
Seni gördüğümde huzurlu uyanırdım sabahlara.
Şimdi senle tüm rüyalar kabus gibi, geceleri uyku girmez oldu gözlerime.
Haliyle sabahlar gelmek bilmedi bir türlü...

Oysa ben yara bandın olmak istememiştim.
Yeni bir başlangıç olmak istemiştim.
Senin de bende yaralar açacağını bilemedim.

Şimdi bambaşka yollara savrulduk ikimiz de.
Ya da ben savruldum sayende..
Sen zaten savrulmuş olduğun yolda ilerliyordun belki de.

...

Olmadığım gibi davranamam ben.
Sahte bir maske takıp etrafa gülücükler saçamam.
Yeri geldiğinde sevincimi paylaşırım, yeri geldiğinde hüznümü.
Yeri gelir nefret ederim.
Yeri de gelir çok severim.
Kimi zaman da çok ağlarım.
Sonra geçer ama.
Bir süreklilik yok hayatta.
Her şey bir gün geldiğinde bitiyor.
Yaralar kapanıyor.
Sadece izleri kalıyor, baktıkça hatıraları canlandıran.
Ama yaralar elbet kapanıyor.
"Zaman" akıp gittikçe, acılar da diniyor.
İnsan neleri sindiriyor, neleri unutuyor.
Ya da unuttuğunu sanıyor.
Ama en azından gömüyor biryerlere...
Ve alışıyor insan, böyle de yaşamaya...
Alışkanlıklar kolay elde ediliyor.
Zaten zor olan alıkşanlıklardan kopabilmek değil mi?
Birine alıştığın için ondan ayrıldığında bu kadar koyuyor.
O yüzden ne sen kork ne de ben.
Sen de alışırsın kendi yaralarını sarmaya.
Ben de alışırım kendi yalnızlığımla boğuşmaya...

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

Yine mühendis olamadım

E artık garipsemiyorum bu durumu.
Mühendis dediğin düşünmez ya, birebir ezberler ya.
Ben de düşünmüyorum neden mühendis olamadım diye.
Cevabı belli, ezberleyemiyorum.
Bu.
Tamam bir tane dersi geçemeyeceğim belliydi, çünkü çalışamamıştım, çünkü nedenim vardı.
Ama ya diğeri?
Hani şu kaç gün durmadan baktığım, ve üstüne uykusuz kaldığım...
Sonra sınavda gayet güzelce anlattığım...
Neden ondan geçemedim?
Pardon, geçrilmedim?
Birebir de ezberleyebilmek için gayet uğraşmıştım halbuki.
Eh ne yapalım.
Belki seneye oluruz, belki ondan sonraki seneye...
Ya da hiç olamayıp pes ederiz, fabrika kızı falan oluruz nolcak ya?
En kötü buluruz bir zengin koca, bitti gitti.
Ne gerek var mühendis olmaya değil mi?
Hayır burdan o sevgili iki hocama da tüm kötü dileklerimi, beddualarımı, küfürlerimi göndermek istiyorum.
İnsan harcamak ne kadar da kolaymış.
Teşekkürlerimi bir borç bilirim efendim kendilerine.
Harcımdan alcakları para geçemesin lütfen boğazlarından bir zahmet.
Zehir zıkkım olsun.
Olsun da olsun işte.
Nasıl doluyum, nasıl sinirliyim anlatamam.
Murphy de sağolsun haklı olmaya doymuyor.
Kötü şeyler geldikçe üst üste geliyor.
Neyse efendim.
Öyle işte.
Sonuç olarak, ben yine mühendis olamadım.
Yine diplomasız işsiz konumundayım.
Hayırlısı...

Haykırmak da çözüm değil...

Yazıyorum, siliyorum...
Kafamda deli gibi şeyler kuruyorum, sonra onları da siliyorum...
Bir tek içimdeki bu aptal umudu silemiyorum...
Hayır neyine umut var hala içimde?
Gereksiz.
Artık geri dönüş yok hiçbir şeye.
Bunu bile bile bu gereksiz panik niye?
Ya resmen yorgunum ben...
Yılgınım, kırgınım.
Dün mesela, dün deli gibi öfkeliydim.
Bu sabah da...
Bağırmak, çağırmak, küfretmek istiyordum deli gibi...
Şimdiyse sadece susmak, dinlenmek, iyileşmek istiyorum.
Hayır düşünüyorum; bağırsam çağırsam elime ne geçecek?
Hiçbir şey...
Belki içimde büyüttüklerim dışarı çıkmış olacak bi nebze olsun rahatlayacağım ama sonra?
Hiçbir şey...
Acılarıyla başbaşa kalan ben, canı yanan ben...
Umrunda bile olmayan o...
Neden umursasın ki?
Çekti gitti.
Zaten hiç gelmemişti...
Şimdi tamamen yok oldu hayatımdan...
Neden umursasın ki...
Ben kimsem?
Onu da düşündüm...
Zaten bu ara çok düşünüyorum sonum ne olacak bakalım..
Neyse..
Onu da düşündüm; ben kendim için çok değerliyim aslında.
İnsanlar beni kolay üzüyorlar ama.
Çünkü ben ya gereğinden fazla önem veriyorum insanlara, ya da gereğinden fazla önemsiyorum bana yaptıklarını..
Bilmiyorum...
Ama insanların gözünde değersizim bunu öğrendim mesela.
Yani çoğu insanın en azından...
Oysa ben değer veririm insanlara önce, zamanla değer kaybedenler de olur kazananlar da...
Ama insanlar bana değer verip de bir zahmet umursamıyorlar...
Neden bilmiyorum..
Artık önemsememeye çalışıyorum...
Çünkü çok yoruldum.
Yıprandım.
Yıldım.
Yetti.
Bu kadar.
Amacım kendimi acındırmak falan da değil.
Acımak ne ya?
Acımayın bana.
Ben güçlüyüm şu an gayet aslında.
Evet çok kırıldım, yıkıldım yenildim ama, hala ayaktayım.
Hala ölmedim.
Hala nefes alıyorum.
Daha da yolum var...
Yürüyorum.
Umursamıyorum.
Varsın o da beni sevmesin, çeksin gitsin.
Çok da büyük bir kayıp olmasa gerek.
Elbet yaralarım kapanacak, ben de yeniden sevebileceğim birilerini.
Varsın bu hikaye de böyle bitisin.
Elden gelen bir şey yok.
Benden geçti gitti her şey...
Nasıl ki umursamıyorsa o, ben de umursamıyorum artık.
Ya da bunun için çabalıyorum en azından..
Ki azimliyim de gayet...
Az kaldı ben de geçip gideceğim bu yoldan...
Her şey güzel olacak ondan sonra da...

Salı, Temmuz 05, 2011

Sevgili günlük; ben artık unutmak istiyorum...

Şimdi ben dün gece sarhoştum.
Yani öyle çok değil, kendimi kaybedecek kadar çok değil en azından - ki öyle olsaydım belki daha güzel olabilirdi- eve döndüğümde biriken kelimelerimden "lanet" dolu bir yazı yazdım...
Onu burda paylaşmak ve paylaşmamak arasında çok kararsız kaldım...
Yani bir bakıma içimde ne varsa kusmuşum resmen, şimdi tekrar okuyunca "vay be amma dolmuşum aslında" dedim.

Diyordum ya, kızamıyorum bile ben bu adama diye, aslında kızabiliyormuşum bunu farkettim...
O benim hayallerimi çaldı çünkü...
O benim aşkımı çaldı...
O benim güvenimi darmadağın etti...
O bana elleriyle verdiği umudu, yine elleriyle aldı ve gitti...
Beni ortada bomboş bıraktı böyle...
İçimde az da olsa var olan mutluğu arttırıp, sonra birden hepsini aldı gitti, mutsuz bıraktı...
Ruhumda kocaman bir boşluk bıraktı...
Yani aslında çok şey var kızılacak...
Çok şey var bağırıp yüzüne kusulcak...
Bunları farketmek daha iyi geldi bana...
Unutma sürecimi kısaltır belki diye umuyorum çaresizce.

Yani aslında nefret etmek değil de bu, ki nefret etsem aşk ölürdü bu iyi olurdu, ama nefret etmek değil de bu kızmak bildiğin..
Çok kızıyorum!
Çok kırıldım, çok yaralandım, çok ağladım...
Ama nefret değil işte bu...
Kızgınlık...
Bağırsam da geçmiyor, içimi döksem de geçmiyor, yüzüne söylesem de geçmicek biliyorum...

Öyle saçma sapan bi haldeyim yine işte...
Ama geçecek biliyorum.
Zamanı geldiğinde bu da geçip gidicek...
Bu yarı yolda yapayalnız kalmışlık hissi de bitecek...
Gerçekten beni anlayan dostlarım olmasaydı, daha zor atlatabilirdim bu günleri...
İnsanın böyle zamanlarda yalnız kalmaması çok daha önemliymiş bunu da öğrendim mesela...
Kafamda kurduğum pembe rüyalardan gerçekliğe doğru uyandım sayelerinde...
Ben saf saf "ama ben mutluydum" derken aslında ne kadar mutszu olduğumu, ve ne kadar yaralı olduğumu gösterdiler bana...

Neyse öyle işte...
Sonsöz Eshevar'dan gelsin;

"Yolda bırakılmışlık acısı budur.
Sol tarafta "keşke"ler, sağ taraftaysa "ya böyle olsaydı"ları görebilirsin.
İleriye doğru giden yoldaki pencerelerin hepsi geriye bakmaktadır ve geçmişten küçük, kısa ve anlamsız görünen ama aslında çok değer taşıyan anıları göstermektedirler..."

Cumartesi, Temmuz 02, 2011

Kapattım kendimi ıssız, sessiz kuleme...

Bilinçaltım bu ara çok acayip çalışıyor.
Normal aslında böyle olması biliyorum ama, kendimden korkuyorum.
Bilinçaltımın beni darmadağın etmesinden korkuyorum.
Yapmak istediğim şeyleri gerçekten yapmak istediğimden emin olamıyorum.
Ya diyorum, bu bilinçaltımın bir oyunuysa bana, ki genelde öyle çıkıyor.

Zaten şu ara kalbimle beynim savaş halinde.
Kalbim iyi şeyleri hatırlıyor, üzülüyor; beynim "saçmalama" diyor.
Savaşıyorlar.
Kim galip gelicek belli olmasa da kaybeden her şekilde ben olacağım.
Bu yenilgiyi atlattığımda ya beyinsiz olup kafayı yicem, ya da kalpsiz kalıp aşkta tövbe edicem...
Ki ettim zaten.
"Aşk" kavramı benliğini yitirdi bende.
Kendimi kapatmak istiyorum sessiz bir kuleye, giremesin içeriye hiçkimse.
Kendim olmalıyım uzunca bir süre...

Tam demiştim ki, toparlandım, yaralarımdan arındım, yeni bir heyecana hazırım...
O da; kursağımda kalmasını bir yana bırakırsak, beni daha da derinden yaralayıp bıraktı köşemde.
Şimdi bir öncekinden daha da derin yaralarımı sarmak için yine "zaman" kavramına sığınıyorum...
Daha derin çünkü, bu sefer hiç beklemediğim bir anda yere çakıldım.
Bu sefer, gülerken ağlamaya başladım...
Bu sefer psikolojim darmaduman.
Bu sefer ne beynim var ne kalbim...
İkisi de yaralı...
Can çekişen bir halde nefes alıyorum sadece...
Ve hayır, istemiyorum biri gelsin beni kurtarsın.
Kendi kendimi ben kurtarmalıyım ki, yine böyle bir durum olduğunda daha güçlü olabileyim.
Beni birilerinin kurtarmasına alışırsam bunu hep beklerim ve o zaman, ilerde birgün kimse gelmediğinde çok daha derinden yaralanabilirim.
O yüzden, kendi kendimi iyi edebilmek adına savaşıyorum kendimle.
İşte tam bu yüzden, kendimi kapatmak istiyorum ıssız bir kuleye...
Kendi ruhumun sesini dinleyip onunla dertleşmek, onun yaralarını sarıp iyi etmek istiyorum...

Ve onun bana yaptığını başkasına yapmamak adına, önce tamamen iyileşmeden, o kuleden çıkmak istemiyorum...

Cuma, Temmuz 01, 2011

Vee masal bitti...

Aslında diyebilecek hiç bir şeyim yok.
Kelimelerim kifayetsiz.
Yapabileceğim, isyan edebileceğim, savaşabileceğim bir şey de yok.
Hiçbir şeyim yok.

Genelde mutsuz başlar masallar..
Mutluluğa ulaşmak için savaşır kahramanlar.
Bir çok zorlu yoldan geçerler birbirlerine kavuşmak için.
En sonunda hakederler mutlu olmayı, çünkü acı çekmişlerdir, artık haklarıdır.

Benim masalım mutlu başladı.
Mutluluğa ulaşmak için savaşmak zorunda kalmadım, mutluydum çünkü.
Bir çok zorlu yoldan da geçmedim, yani haketmedim mutlu olmayı, çünkü acı çekmedim.
Sonunda masal bitti, prens gitti, prenses zaten başka kaledeydi...
Kendi masalımın kahramanı bile olamadım.
Çünkü prens başka kaleden gelmişti...

Gerçekten savaşabileceğim bir şey yok ortada.
Yapabileceğim, gitme kal diyebileceğim bir durum yok.
Zaten tam anlamıyla gelmemiş birine gitme diyemezsin ki.
Böyle olması belki de canımı yakan.
Elimden gelen hiçbir şeyin olmaması, böyle elim kolum bağlı oturmak.
Ne uzanabiliyorum, ne geri gidebiliyorum.
Duruyorum...

Yine zaman yanlış, yine insan yanlış..
Ben doğruları bulmayı beceremiyorum.
İsyan falan etmiyorum artık, edemiyorum.
Kızamıyorum da...
Belki kızabilseydim rahatlayabilirdim.
Ama ben kızmayı bile beceremiyorum.
Aslında kızmam gereken şeyler var, biliyorum...
Hatta kızmalıyım, bağırmalıyım, içimi atmalıyım dışarı.
Ama yapacak gücüm yok.
Çok yoruldum, çok yıprandım...
Çok kırıldım..
Hiç olmadığım kadar kırıldım...
Her parçam bir yana savruldu, toparlanamıyorum...
Zamanı geldiğinde bu da geçicek, benim de kendi masalım olabilecek belki, bilmiyorum..
Ama şimdi hiç birşey yapmak istemiyorum...
Sadece uyumak, sonsuzluk kadar uzun bir süre uyumak istiyorum...
Uyandığımda her şey bitmiş geçmiş gitmiş olsun..
Ya da hiç uyanmasam da olur, rüyalarım mutlu olsun yeter.
Kabuslarım bitsin istiyorum..

Ya ben yine çok şey mi istiyorum?
Oysa ki sadece mutlu olmak istemiştim.
Öyleydim de..
Ama şimdi öyle bir yerdeyim ki, nerdeyim ben de bilmiyorum...
Öyle bir yerdeyim işte...

Pazartesi, Haziran 27, 2011

Aşkta " bir taraf" olabilmek...

(Gece uyurken kelimeler döndü beynimde, uyandım, bunlar döküldü kalemimden...)


Bir taraf daha çok sever her zaman.
Daha çok değer verir, daha çok acı çeker.
Bir taraf daha derin yaşar duygularını, daha çok önemser, daha çok kafaya takar.
İki taraf aynı yaşamaz aşkı hiçbir zaman.
Bir taraf hep daha umursamazdır diğerine nazaran.
Bir taraf daha hayalperesttir.
Zaten insanların duygu yoğunluğu hiçbir zaman eşit değildir.
Kiminin aşkı ağır basar, kiminin nefreti.
Kimi özgürlüğü seçer, kimi esareti.
Aşkın kuralı da böyle işte zaten...
Bir taraf hep daha çok sever, daha çok yanar, daha çok yenilir.
Bir taraf her zaman kaybedendir.
Bir taraf aşka hep yenik başlayandır, yıkılan umutlarını toparlamaya çalışan,
Bir taraf hep umut aşılayandır, karşısındaki yıkılmasın diye uğraşan...
Zaten birebir aynı olsa iki taraf, denge olmazdı ki aşkta o zaman.
Bir taraf yıkılırken, diğer taraf tutar elinden.
Bir taraf ağlarken, diğer taraf güldürür derinden.
Bir taraf dertliyken, diğer taraf dermandır çoğu zaman...
Ama yine de;
Bir taraf hep çok fazla sever.
Diğer taraf da sever...
Ama bir taraf diğer tarafa çoğu kez hiç yetişemez...

(Sanırım hep "bir taraf" ben oldum, hep...)

Cuma, Haziran 24, 2011

Gereksiz işler müdiresiyim ben...

Anlamıyorsunuz ki.
Çok sıkılıyorum ben.
Yapacak hiçbir şeyim yok!
Olsa da yapabilecek gücüm de yok zaten.
Çok yorgunum aslında.
Dinlenmeye ihtiyacım var.
Kafama bazı şeyleri takmamayı öğrenmeye ihtiyacım var.
İnsanlar beni anlamamak için güç birliği oluşturmuş sanki.
Derdimin ne olduğunu kimse anlamıyor, anlamak için uğraşmıyor.
Gözyaşlarımın içime içime aktığını kimse görmüyor.
Sonra ben oluyorum her şeyin sorumlusu.
Yoruldum ama.
Bitsin artık.
Yeni bir sayfa açılsın hayatımda.
Oturmaktan sıkıldım.
Herkesin çok biliyormuş gibi aynı aklı vermesinden de sıkıldım.
Salak değilim heralde ben de.
Aptal da değilim.
Anlamayan sizsiniz bi kere!
Sürekli kendinden şikayet eden insan olmaktan da sıkıldım!
Şikayet etmekten de sıkıldım!
Sıkıldım işte hayattan ben!
Çok sıkıldım!

Neyse ben biraz daha kusayım.
Belki rahatlarım!

(İçimi dökmeye ihtiyacım var! çok biriktim, çok bunaldım!)

Salı, Haziran 21, 2011

Herkes öldürebilir mi gerçekten sevdiğini?

Öyle demiş ya şair
Herkes öldürebilir sevdiğini, ama herkes öldürdü diye ölmez.
...
Düşünüyorum da, öyle mi gerçekten?
Gerçekten aşık olduysan eğer, göze alabilir misin ki öldürmeyi sevdiğini.
Sırf senin olmayacak diye, sırf başkasını seçti diye.
Klasik Türk filmlerindeki o "ya benim olacaksın ya da kara toprağın" repliğini geçirebilir misin ki hayata?
Ne kadar aşık olduğunla alakalı değil o, ne kadar canının yandığıyla ilgili.
Bir insanı öldürebilecek kadar çok sevemezsin.
Bir insanı, onu öldürebilecek kadar çok canın yandığı için öldürmeyi seçersin.
Çünkü canını yakmasa, çünkü yüreğini dağlamasa, neden öldüresin ki onu?
İçinde kor ateşler yanmasa, ruhun parçalanmasa neden yok etmek isteyesin ki?
Oysa bilmezsin, öldürsen de dinmez bu sancılar.
Çünkü o ölse de, kalbinde açtığı yarayı kapatacak merhemin olmayacak.
Çünkü her şey kendi elinde...
O ölse de, ölmese de, gelip yaralarını sarmayacak.
Onun ölmüş olması, belki başkalarında yeni yaralar açacak o kadar.
Seninkiler sonsuza dek sende kalacak.
Ancak sen de öldüğünde, her şey son bulmuş olacak...



(Sanırım Ezel'deki Cengiz karakterinin saplantılı aşkından fazlaca etkilendim. Sonra ortaya bu yazı çıktı.)

Başladığı gibi bitmesi açısından;

Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez!

Pazartesi, Haziran 20, 2011

Yaralarsan yaralanırsın aslında...

Herkes bir şeyler saklar, herkesin sırları vardır, herkes bir şeylerden korkar.
Korkar da korkuyu yenmek için bir şeyler yapacağına etrafındakilere saldırır, onları yaralar.
Onlar da korksun ister.
Peki ne kadar başarılı olur?
Sadece kendini kandırmayı sürdürebildiği kadar.
Oysa ki yapması gereken bambaşkadır.
Yapması gereken kendi iç dünyasındaki yalnızlığa son vermesidir.
Korkusunun üstesinden gelmeye çalışmasıdır.
Ama çoğunlukla bunu da yapmaktan korkar.
Bu yüzden saldırır olabildiğince etrafına.
Etrafındakiler ne kadar yara alırsa o o kadar mutlu olur.
Sadistçe bundan huzur bulur.
Oysa ki farkına varmaz, böyle devam ederse etrafında kimse kalmayacak.
Başkalarının acısıyla mutlu olarak bir yere varamayacak.
Öğrenmesi gereken tek şey, başkalarının mutluluğuna hasetlenmemesi gerektiği.
Yapması gereken tek şey "kıskançlık" olgusunu bastırması gerektiği.
İnsanları olduğu gibi kabul edebilmeyi öğrenmeli sadece, insanları böyle sevebilmeyi.
Kendisi nasıl istiyorsa değil, insanlar nasılsa onları öyle görebilmeyi.

Evet kimi insanlar çok şanslı, kimileri çok mutlu...
Bunlara özenilerek bir yere varılamaz ki...
İnsanlar belli bir şansla doğar belki ama, bunu geliştirmek kendi ellerinde ki.
Kimse kimseden üstün değil aslında, sen onları kendinden üstün görüyorsan öncelikle hatayı kendinde ara.
Kimse ne senden çok üstün, ne de senin altında.
Önce bunun farkına varmalısın aslında.
Belki o zaman baktığın bu sahte dünyanın duvarlarını yıkarsın da, sen de içinde bulunması gereken gerçek huzura ulaşırsın.
Belki o zaman hiç kötülük kalmaz bu dünyada...

...

Cuma, Haziran 17, 2011

Sen mezun etmesen de ben Mühendisim arkadaş!

Ben de mezun olmak istiyorum ama neden yapamıyorum?
Oysa ki finallerde çalışmıştım ben en azından 6'da 3 geçebilseydim.
Şu an 6'da 4 kaldım bir tane de açıklanmayan var...
Neden beni sevmiyorlar da absürt notlarla bırakıyorlar?
Neden yani?
Hadi birebir ezber yapmak gereken dersleri geçtim ya diğerleri?
Yok ya, ben mezun olmasam da aslında oldum ki mühendis!
Hem mühendis dediğin ezber mi yapar ya?
Ne boktan bir eğitim sistemidir bu ya?
Kitapta yazanın aynısını yazamıyorsan geçemezsin - yok ya!
Öyle çok sinirli, öyle çok gerginim ki!
Neden böyle mal insanlar hoca oluyor?
Vicdan denen olgudan neden bu kadar uzaklar?
Geceleri yastığa başlarını koyduklarında nasıl rahat uyuyorlar?
"Bugün de 100 kişiyi bıraktım helal olsun bana" diye mi düşünüyorlar napıyorlar?
En basit olması gereken derslerden bile yüzlerce insanı bırakıp, senelerinden çalıyorlar.
Şerefsizlik değil de ne ki bu?
Şerefsiz işte hepsi ki!
Nefret ediyorum ya!
Köprüyü geçene kadar ayıya dayı da demiyorum arkadaş!
Varsın olsun ben de mezun olmayayım o zaman!
Ne yapayım yani ezberleyemiyorsam?
Bildiğim konulardan kalmak çok saçma ya!
Anlat de bana en ince ayrıntısına kadar anlatırım sana.
Ama kendi cümlelerimle.
Çünkü hani ben MÜHENDİS olcam ya, hani mühendis dediğin öyle olur ya.
Ama yok, saçmalıyorum ben.
Mühendis dediğin düşünür mü hiç ne saçma şey o öyle.
Ezberliceksin! Kaçarın yok!
Olur da bir gün mezun olursam..
Hani bi hata olur da ben mezun olursam...
O ezberlemem için önüme konulan notlar var ya onlar...
Ben biliyorum ne yapcağımı onlarla ya du bakalım!

Neyse öyle işte...

Cuma, Haziran 03, 2011

..Bilmem Anlatabiliyor muyum?..

Gel-gitler oluyor yine yüreğimde.
Adım atmaktan korkan yürek, önce yarım adım atıyor ileriye, sonra bir adım geriye kaçıyor.
Sonra beş adım daha geri.
Geri geri daha ne kadar gerileyebilir onu da bilmiyorum ya.
Korkuyorum kaçıyorum.
Tam cesaretim geliyor, üç-beş adım ilerliyorum yeniden.
Sonra bir duvar çıkıyor karşıma, duruyorum.
Öyle bir noktaya geliyorum ki, ne ileri gidebiliyorum, ne de geri.
Geri gitmek istemiyorum zaten, amacım ileri gidebilmek.
Ama bu duvarı aşamıyorum.
Diğer tarafa geçemiyorum.
Yanına ilerleyemiyorum.
Olduğum yerden de memnun değilim.
Gelmek istiyorum, ama gel demiyorsun.
Git de demiyorsun.
Zaten sorun tam olarak burada galiba.
"Git" de demiyorsun.
Duruyorum.
Duvarın önünde, tek başıma.
Duvarın arkasında da sen, bana elini uzatmadan.
Öylece bekliyoruz.
Oysa ben sana derdimi anlatmak istiyorum deli gibi.
Söylemek istiyorum içimden geçenleri.
Ama sen duvarın öteki tarafından duyabiliyor musun beni bilmiyorum.
Duyup da duymamazlıktan da geliyor olabilirsin diye de korkuyorum.
Bana "git" demenden korkuyorum.
Ama sen hiçbir şey demiyorsun.
Sadece susuyorsun.
Oysa ben sana haykırıyorum işte...
Yani...

Pazartesi, Mayıs 23, 2011

Platonik'im, Platonik'sin, Platonik...

Bir de diyorlar ki "kadınları anlamak zor"!
Hadi len!
Erkekleri anlamak daha da zor.
Çözümsüzler bir kere.
Ne yapmak istediklerini hiç çözemedim ben.
Çözen varsa beri gelsin.
O kadar çok şey var ki aslında söylemek istediğim bu konuda.
Beni tutan ne onu da bilmiyorum ya neyse.
Ya da tutmayın hülen beni söyleyeceğim artık!
Seviyorum!
Ha bunu sana söyleme cesaretim hala yok o ayrı da.
Gerçi bence artık anlamış olmalısın sen.
Anlamış ol.
Anla!
Bilmiyorum ya, kafam yine karman çorman oldu.
Yine ne yapmam gerektiğine karar veremez haldeyim.
Eskiden aslında umudum da yoktu, bu nedenle söylememeli miyim acaba diye düşünüyordum, şimdi ufacıcık da olsa bir umudum oldu sanki, şimdi de söylemeli miyim diye içim içimi yiyor.
Zaten finaller de geliyor.
Bu durum böyle kafamı meşgul etmeye devam ederken, hiçbir şeye tam anlamıyla konsantre olamıyorum.
Ders çalışmam gerek.
Off!
Aslında var ya, biliyorum, biliyorsun.
Ama bişey yapmıyorsun.
İşte bu iki anlama geliyor, ya istemiyorsun ya da benden bir şeyler bekliyorsun da, benim cesaretim hiç yok ki...
Ah bir cesaret gelse de bir anda her şeyi söyleyebilsem ya...
Yapamıyorum ama.
Buraya yazması daha kolayıma kaçıyor aslında.
Hem sen de kendini biliyorsun bence...
Biliyor olmalısın.
Bil hatta!
Ya da ben artık duygularıma bir gem vurayım da, bu aşk da yaşanamadan maziye mi gömülsün ne?
Bilemedim..
Cesaret toplamak istiyorum ama, yapamıyorum...
Haykırmak istiyorum, beceremiyorum...
En sessiz olanını yapıp yazıyorum, sen de görüyorsun, ama tepki vermiyorsun...
E ben de susuyorum işte...

Şarkılar konuşsun benim yerime..

Bu bi de bu.