Klasik bir insanım ben,
Klasik hikayeler severim...

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Belki çok geç, Belki de doğru olan bu...

Uzun süre dolandı ne yapacağını bilemeden.
İnkar etmek istediği bir şeyi yapmak zorunda olmak onun canını yakmaya başlamıştı.
Aslında bunu çok daha önceden yapması gerektiğini bildiği halde yapamadı.
Söyleyemedi.
Harekete geçemedi bir türlü.
Hep düşünceleri engel oldu ona.
İçindeki sesler ona durması gerektiğini söyledi hep.
Hala daha "dur" diyordu ona.
Ama o artık onları dinlemekten vazgeçti.
Artık bir şeyler yapması gerekiyordu.
Böyle cevapsız kalmaktan nefret ediyordu.
Olumlu veya olumsuz bir cevap alması gerekiyordu.
Her şeyi bir kenara bıraktı.
Tüm gururunu.
Biliyordu ki aşkta gurur olmazdı.
Yani olmamalıydı.
"Hayır" cevabını alacağını bile bile ona gitti.
Oysa ki içindeki ses ona "dur" diyordu.
Keşke onu dinleseydi.
Yolun sonuna geldiğinde istemediği bir manzarayla karşılaştı.
Sevdiği adam artık onun sevdiği adam olamazdı.
Belki geç kalmıştı, belki de böylesi daha iyi olmuştu.
Ama o sevdiğini artık asla söyleyemeyecek ve cevabı hep merak edecekti.
Sevdiği adamsa bu dünyada onu ne kadar çok seven biri olduğunu asla öğrenemeyecekti.
Çünkü geç kalmıştı, ya da doğru olanı yapmıştı.
Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdi...

Çarşamba, Ekim 13, 2010

Yazmak ya da yazamamak... İşte bütün mesele bu!

Uzun zamandır yazı yazamıyorum.
İçimden yazmak gelmediği için değil.
Yazacak bir şeyler bulamadığım için.
Bir süredir hayatım normal seyrinde devam ettiğinden ve eksantrik bir şey yaşamadığımdan dolayı yazacak şeyler bulmakta zorlandığımı farkettim.
Oysa acı çektiğim ya da hüzünlü olduğum zamanlarda çok daha fazla yazma istedi duyuyorum.
Belki de içimi bu şekilde boşaltabiliyorum.
Uzun bir tatil yapmış gibiyim.
Ruhum dinlendi.
Arındım.
İçim huzurla doldu.
Bir sürü kitap okudum bu yaz.
Kendimi tazelediğime inanıyorum.
İtiraf etmeliyim ki, kitap okurken yazarları çok fena kıskanıyorum. neden ben bu kadar güzel şeyler yazamıyorum diye.
Aslında kıskandığım şey onlardaki sabrın bende olmaması.
Eğer ben de sabırlı bir insan olabilseydim, eğer hikayelerimin sadece sonuna odaklanmasaydım, belki de ben de çok güzel yazılar hatta kitaplar yazmayı becerebilirdim.
Ama sabırsız bir insan olduğumdan ancak böyle kısa kısa yazılarla idare edebiliyorum.
Ne yapalım benim de tarzım bu işte.

Yeniden güzel ilhamlar gelmesini bekleyerek bu yazımı burada noktalıyorum...

En kısa zamanda görüşebilmek ümidiyle...

Salı, Ağustos 24, 2010

Arınamama...

Saat sabahın bilmem kaçı.
Daha gün doğmadı aslında.
Sana bu satırları yazarken aklımdan neler geçiyor bilemezsin.
Önce seni terk ediyorum.
Diyorum ki "bitti".
Sonra olmaz deyip, sana olan aşkımı dile getiriyorum.
Daha sonra kızıyorum sana, bu zamana kadar bana ettiğin eziyetler için.
Bir 5 dakika sonra özür diliyorum senden saçmaladığım için.

Kısacası çok karmaşık duygular biriktiriyorum benliğimde sana dair.
Hatta bazen, pembe rüyalar görürken bizimle ilgili, aniden kararıyor etraf.
Güneşsiz kaldım zannederken yağmur başlıyor ve gök kuşağı beliriyor etrafımda.
Senin varlığın bile tüm renklere, tüm duygulara bulanmama yetiyor.
Oysa senden önce sadece beyazdım ben.
Saftım.
Bulaşmamıştım.
Oysa şimdi cıvıl cıvıl tüm renkler var, yanında balçık ve siyahlarla...

Her şeyi tattım seninle de, Beyazlarımı kaybettim ona yanıyorum.
Beyazlarıma renk bulaştı, ne yaparsam yapayım temizlenemiyorum.
Artık ben saflığıma geri dönemiyorum.
Kirlendim...
Renklendim...
Geri dönemiyorum...

Pazar, Ağustos 22, 2010

Gidenin Ardında Kalan...

28/07/2010

Dün onu kaybettim. 
Gitti. 
Ellerimin arasından uçup gitti. 
Bir daha asla geri dönmeyecek biliyorum. 
Dönemeyecek. 
Asla omuzuna yaslanamayacağım tekrar. 
Sarılıp uyuyamayacağız birlikte. 
Çünkü o dün gitti. 
Beni terk etti.
Benliğimde açtığı kocaman boşluğu bana bıraktı, içimden kendini çekti ve gitti. 
Uykusuz gecelerime yenilerini ekledi. 
Beni onsuzluğa mahkum etti. 
Rüyalarımı kabusa çevirdi ve gitti. 
Bana hiçbir şey bırakmadı kendinden. 
Ya da öyle zannetmemi istedi. 
Oysa o içimden kendini aldı zannederken, kalbime kendini ilmek ilmek işlemişti. 
Kendini söküp aldığını umarken, benden asla kopamayacağını bilemedi. 
O benim kaderimdi. 
Beni bırakıp hiç bir yere gidemez! 
Bunu hiç düşünemedi...

(Okuduğum bir kitabın etkisindeyken yazdığım bir yazıydı.)

Cuma, Ağustos 20, 2010

Ben de Gittim Artık Senden

Yağmurda yürümeyi ne zaman sevdim hatırlamıyorum...
Ne zaman bulutların arkasından gülümseyen güneşi benimsedim, unuttum...
Oysa her şey daha dün başlamış gibi hayatımda.
Sanki sen daha dün gitmişsin de, ben senin yokluğunu bir ömür boyu hissedecekmişim gibi.
Ama aradan yıllar geçti gitti su gibi.
Evet çok acı çektim yokluğunda, doğru.
Ama her güzel şeyin bir sonu olduğunu bildiğimiz gibi, kötü şeylerin de bir sonu olduğunu unutmamamız gerekiyormuş.
Bak! Unuttum ben seni de...
Sensiz geçen geceleri unuttum.
Sensizliğin acısını kalbimden, beynimden, benliğimden atmayı başardım.
Bak! Ben ağlamıyorum artık.
Gözlerim kurudu.
Yağmurlardan korkmuyorum artık.
Sonbaharı seviyorum.
Ama artık seni sevmiyorum...
Unuttum seni sildim...
Canım yanmıyor bu satırları bile yazarken.
Gözlerim dolmuyor, için kanamıyor, ruhum sıkılmıyor.
Bak! Ben seni içimden söküp atabilmeyi başardım.
Gözlerim her tarafta seni aramıyor artık.
Kendimi kandırmıyorum artık döneceksin diye.
Bak! İçimdeki yangını söndürdüm ben...

Peki ya sen?
Sen başarabildin mi tüm bunları?
Sen anılarınla yüzleşebildin mi?
Sen bensizlik diye bir acının tadına varabildin mi?
Oysa sendin giden, beni benden eden...
Ben de gittim şimdi senden...
Kendimi hiçbir şeyden mahrum etmeden...
Acımı da yaşadım, hüznümü de, aşkımı da, nefretimi de...
Oysa biz gittik şimdi tümden.
Tükendik.
Yıprandık, parçalandık.
Yitip gittik kendimizden...
Hem de bunu hiç istemeden...

Salı, Ağustos 17, 2010

Sen Aslında Bir Korkak Değilsin...

Kime daha fazla güvenebileceğini nasıl bilebilirsin ki?
Eğer yeterince gözlem yeteneğin yoksa ya da hislerin yeterince kuvvetli değilse.
İçinde büyüyen güvensizlikle daha nereye kadar idare edebilirsin ki yaşamaya?
Kaçmak için fırsatın varken kime doğru kaçabilirsin?
Gerçekten kim düşmanın?
Bunu görebiliyor ya da hissedebiliyor musun?
Peki ya ne zaman gerçekten sevdiğini kabul edeceksin?
Ya da önce sen, kendin ne zaman sevdiğinden emin olacaksın?
Ya da sevdiğin için pişman mı olacaksın?
Peki sevdiğinin seni sevdiğinden emin olduğun kadar, senin ona olan sevginin gerçekliğinden ne kadar emin olacaksın?
Ya da kendine gerçekten güvenmeyi ne zaman öğreneceksin?
Hatta yaşamayı ne kadar çok istediğini ama bundan kimin için vazgeçtiğini ne zaman fark edebileceksin?
Korkuyorsun, ki bu çok normal.
Ama sonucunda mutlu olmayacağını nerden biliyorsun da atılmaktan çekiniyorsun?
Haydi kalk!
Silkelen!
Kendine gel!
Unutmaman gereken bir şey varsa; o da şu an asla pes etme zamanı olmadığıdır.
Savaşmaktan sakın kaçınma.
Zaman bu zamandır!

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

Karmaşa...

Zor zamanları olabiliyor insanların. Zor anlar, zor hisler zor yaşamlar…
Ama kim dedi ki bize her şey çok güzel olacak, her şey kolay olacak diye?
Daha en başında hayatı seçme hakkına sahip değilken, hayatın kolay olmasını nasıl bekleyebiliriz ki?

+ Gerçi hep zor mudur hayat?
- Değil.
Kolay anları da vardır elbet.
Vardır da ne kadardır? Ya da var mıdır gerçekten?
Ruhum öyle çok dalgalandı ki bu aralar, huzursuz kaldım. Tekrar huzur arar oldum.

+ Buldum mu?
- Belki.
Henüz bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz.
Zor ve sancılı bir dönem yaşıyoruz.
Sevgi hep var da… Aşktan söz edemiyoruz.
Yaralıyız. Ama yine ellerimiz birlikte.
Kalbimiz yan yana.

+ Huzur bu mu?
- Bir nevi
Hayatın anlamsızlığına karşı biz fazlaca anlam yüklüyüz.
Ruhumuz dalgalı ama, ne istediğini biliyor.
Kalbimiz bazen kırık ama, onarılabiliyor.
Ateşimiz belki sönmüş ama, bu çakmağın kimde olduğuna bağlı.

+ Hayat anlamsız mı ?
- Hayata bir anlam yüklemek mantıklı mı?

Yaşıyoruz ya işte;
Öylesine…

Cumartesi, Ağustos 07, 2010

Farkındalık...

Not:13 gerçekten uğursuz mu?

Ne istiyorum biliyorum sanıyordum. 
Sevgilim olsun, işim olsun, sonra evlenelim evimiz olsun, boy boy çocuklarımız olsun, mutlu mesut bir hayatımız olsun…
Peki gerçekten istediğim bu muymuş?
Yok. 
Ben huzur istiyormuşum daha çok. 
Genel olarak bunun için uğraşıyorum zaten. 
Huzur bozulmasın diye yuttuğum çok şey oldu bu zamana kadar. 
Ama sanırım sınırlarımı zorladım artık. 
Bitti. 
Tükendim.
Ruhen yıprandım, yoruldum. 
Anladım ki ben başkasının huzuru kaçmasın diye kendi huzurumu hiçe sayıyormuşum.
Peki şimdi buna ne gerek var?
Neden huzurumu kaçırıyorum kendim?
Değişmek çok mu zor bu saatten sonra?
Bilmiyorum.
Aslında korkularım var. 
Korkmasam, kendime güvensem çok daha kolay olacak her şey.
Daha kolay bitecek içimdeki huzursuzluk.
Yapmam gereken tek şey var. 
Ama işte bunu söylemekten bile korkuyorum…

Ne oldu benim hayallerime?
Ne zaman ben, ben olmaktan vazgeçtim?
Neden istediklerimi doğru şekillerde aktaramıyorum insanlara?
Neden kendimi zorlama bir şeyler yaşıyormuş gibi hissediyorum?
Kendimi toparlama zamanı çoktan gelmiş de geçiyormuş bile…
Artık bir adım ileri gitmenin zamanı…
Artık yeniden kendim olmanın zamanı...

Salı, Temmuz 20, 2010

Hata...

19/07/2010

Bir kez, tek bir kez hata yaptın mı devamı geliyor sen istemesen de. Ufacık bir şey o kadar çok büyüyebiliyor ki. İnsan ister istemez geçmişi silmek, baştan başlamak istiyor hayata. Şimdi bir karar aşaması var önümde. Ya bu defter tamamen kapanacak yeni bir sayfa açılacak. Ya da yaralı bir şekilde yola devam edeceğiz. Birbirimizi daha çok yaralayacağız. Bitmek tükenmek bilmeyen kavgalar, tartışmalar olacak ve biz sonunda tükeneceğiz. Çok yoruldum, hırpalandım. Tek ben değil. O da çok yoruldu. Tek bir hata, ufacık bir hata her şeyi bu boyuta getirdi. Kimse suçlu değil bu durumdan, tek ben! Bir şeyleri kaybetmemeye çalışırken yapılan ufak bir hata, her şeyi kaybetmeye neden oldu. Olmak üzere. O kadar çok canım yanıyor ki. Artık ne yapmam gerek gerçekten bilmiyorum. Bu sefer hiçbir seçenek kalmamış gibi hissediyorum. Öyle çok bunaldım ki. Her şeye baştan başlamak istiyorum. Ama istemiyorum da. Ben kaybetmekten korkuyorum. Her şeyimi kaybetmek üzereyim sanırım. Ne kadar zormuş hayat ya. Neden ufacık bir hatanın bedeli bu kadar büyük olmak zorunda. O kadar çok canım yanıyor ki bu sefer. Hatamla yüzleşmekten korkuyorum. Yaptığım hata yüzünden kendimden utanıyorum. Çok yoruldum. Yıkıldım. Ruhum kalmadı artık. Çekildi. Yok oldum.

Yaşama ne zaman geri dönerim, ya da döner miyim bilmiyorum.

Artık yürümek istiyorum.

Topallamaktan yoruldum.

Salı, Temmuz 13, 2010

Karar...

06.07.2010
Sevmediğim o kadar çok şey var ki. 
Hani bir söz vardır istenmeyen ot burnunda biter diye, işte o hesap sevmediğim ne kadar çok şey varsa hepsi karşımda, hepsi benimle. 
Bu durum bazen o kadar sıkıcı olabiliyor ki. 
Sürekli sevmediğim insanlarla muhattap halinde olmak çok sinir bozucu. 
Her yerde sevmediğim yemek kokuları, sevmediğim müzikler. 
Neden hep sevmediğim şeyler var etrafımda. 
Unutmak, kaçmak isteğimi bastırmak istiyorum. 
Ama yok. 
O kadar çok bunaldım ki böyle yaşamaktan. 
Artık kaçıp gidesim geliyor buralardan. 
Ama biliyorum ki gittiğim her yere kaçtığım her şeyi de peşimden götüreceğim. 
Hiçbir şeyden hiçbir şekilde kaçışım olmadığını biliyorum. 
Bu sebepten ötürü her şeyi bir kenara bırakıp, daha doğrusu her şeyden kaçmayı bırakıp onlarla yüzleşmeye karar verdim...

Pazartesi, Haziran 28, 2010

Mektup...


Nereden geldiğini hatırlamadığım bir mektup buldum bugün temizlik yaparken. Toz tutmuş sayfaları bir bir çevirirken ufak, sararmış bir mektup elime geçti. Merakıma yenik düşüp açtım mektubu. Okudum. Bana yazılmıştı. Üstelik benim yazdığım bir mektuba cevap olarak. Peki, ben bu mektubu neden daha önce görmemiştim? Kim saklamıştı bunu benden? Yıllar yıllar sonra neden şimdi karşıma çıktı aniden? Bilmiyorum. Ama zamanlaması gerçekten harika. Uzun zamandır hissetmediğim duygular yaşattı bana bu mektup; hüzün. Özlediğim birileri olduğunu fark ettim. Uzun zaman önce hatırlamayı bıraktığım biri. Sevmekten vazgeçtiğim biri. Gözyaşı dökmekten yorulduğum.

Bir hayalet gibi birden karşımda belirdi bu mektupla işte. Neden engellendi ki bu mektubu okumam. Her şey daha net olabilirdi bunu okusaydım zamanında. Her şey bambaşka olabilirdi. Vazgeçmek zorunda kalmazdım onu sevmekten. Gözyaşları yerine kahkahalar beklerdi beni. Hiç unutmazdım onu hep severdim, hep hatırlardım. Ama yok. Olmadı. Kim neden engel oldu buna bilmiyorum ama birisi ayırdı bizi.

Bugün öğrendim ki; aslında beni sevmekten vazgeçen sen değilmişsin. Seni sevmekten vazgeçen benmişim. Yıllarca sana sitem ettim. Beni unuttun diye. Hâlbuki seni unutan benmişim. Ben gözyaşı dökerken senin için, sen eğleniyorsun sanıyordum, oysaki sen de ağlıyormuşsun benim gibi.

Ve bugün bu öğrendiklerimin geleceğe ne faydası oldu diye bir düşünürsek; kocaman bir hiçten başka bir şey değil. Çünkü istesem de düzeltemem bir şeyleri. İstesem de uzanamaz artık ellerim sana. Sen uzaktasın. Ulaşılmaz göklerde. Bense yerde, cehennemin dibinde…

Cuma, Haziran 18, 2010

Hatalar...

Her şeyden habersiz sessizce yolda ilerlerken, birden bire bir şey anımsadı.
Bir şeyler ters gitmişti. Bu yola neden çıktığını hatırladı.
Her şeyin başladığı yere geri dönüyordu.
Kaçıp gittiği yere tekrar geri gidiyordu.
Yaptığı hatanın bedelini artık ödemesi gerekiyordu.
Kaçarak iyi yapmadığını şimdi çok daha iyi anlıyordu.
Neden bu yolu seçtiğine şimdi bir anlam veremiyordu.
Oysaki o zaman bu seçenek ona çok doğru gelmişti.
Şimdi fark ediyordu ki bu aslında hiç de iyi bir seçim değildi.
Her şey ardında yitip bitmekteydi.
Tekrar geri dönüşü olmayan bir yola girmişti.
Kaçtığı her şey artık dimdik ve daha güçlü olarak karşısındaydı.
Eve geri döndüğünde yüzleşecekleri onu korkutsa da, artık yola çıkmıştı bile.
Onu vazgeçirebilecek hiçbir şey ortada kalmamıştı.
O artık yeni yolunu seçmişti.
Sakince son üç adımını attı.
Kapıya gelmişti.
İçeriden bağırışlar geliyordu.
Kalabalık ağlıyordu.
Geç kalmıştı.
Yetişememişti.
Kapıyı hiç çalmadan geri döndü.
Ne tarafa gittiğini bilmeden, umarsızca koştu.
Ağlıyordu.
Gözyaşları koşma hızıyla yarışıyordu.
Geç kalmıştı.
Yanlış kararlarının bedeli onu sonsuza dek kaybetmek olmuştu.
Hem de kendi yüzünden.
Durdu.
Yere çöktü.
Yüzüne vuran ışık huzmesine ve çığlık gibi büyüyen sese aldırmadı.
Huzur ona doğru geliyordu.
Önce derin bir acı duydu.
Sonra huzura, “Ona” kavuştu.

Perşembe, Haziran 17, 2010

Su Perisi...

Suda yaşayan bir su perisi. Kanatları yok uçmak için, sadece yüzüyor. Derin nehirlere dalıp temiz okyanuslarda dolaşıyor. O kadar masum ki, o kadar saf ve temiz ki… Bilmiyor hiç çevresinde olup biten kötülükleri. O kadar bihaber ki etrafından en yakın dostları bile -yani öyle sandıkları- arkasından kuyusunu kazıyor.

O böyle sakin yaşamına devam ederken, bir gün bir ağ atılıyor dolaşıp durduğu denize. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş olan su perisi ona daha yakından bakabilmek için yaklaşıyor, inceliyor… Gözlerini yeryüzünde açıyor. Oksijenle burada tanışıyor. Güneşin gerçek yüzüyle, ayın yakamozunu görüyor. Suyun altındaki berraklıktan uzak, herkesin, her şeyin gerçek yüzünü görüyor. Oysa sudayken, sahte de olsa her şey çok da güzelken, burada gerçeklerle yüzleşiyor. Kimsenin tanıdığı gibi olmadığını görüyor. Daha da yıkılıyor. Yıkıldıkça nefesi tükeniyor. Sudan ayrıldığı şu az dönemde o kadar çok şey öğreniyor ki hayata dair. Şimdi o temiz, berrak yere asla geri dönemez. Sahte çünkü. Ama burada yalanların içinde de kalamaz. Gözlerini yumuyor. Son kez bir nefes alıyor sahte dünyadan. Ve kanatlarına kavuşuyor. Uçuyor… Tüm güzellik ve kötülükleri ardında bırakarak göğe yükseliyor…

Perşembe, Haziran 03, 2010

Yeni..

Yağan yağmurun ne zaman dineceği çoğu zaman belli olmaz aslında. Hatta yağmurun ne zaman yağacağı da belli olmaz çoğu zaman. Ne zaman başlayacağı biteceği belli olmayan şeylerden hep korkmuş, hep çekinmişimdir. Çünkü ben planlı, programlı olayları severim. Belirsizlikler bana göre değildir çoğu zaman. Çoğu zaman bir b planım vardır. Olur da bir terslik olursa diye. Bence b planları şart herkese. Ne olacağı çoğu zaman belli değil zaten. İstatistiksel bir dünyada yaşıyoruz değil mi? Yani, bir zamanlar okuduğum bir kitapta dediği gibi; Hiçbir Şey Olasılıksız Değildir. Nokta. Ne kadar da doğru bir sözdür bu. Milyarlarca olasılık var önümüzde. Hangisinin olabileceğini kestiremeyiz. Yüksek olasılıklı ihtimallere güveniriz ama yanılma olasılığımız az da olsa vardır. Bu nedenle hayatı akışına mı bırakmak gerekir? Yoksa olasılıkları hesaplamaya çalışıp ona göre bir yol çizmeye çalışmak mı? Tüm zamanımızı buna harcarsak hayatı nasıl yaşayacağız peki? Hayatı yaşamak için mi buradayız yoksa ondan işkence çekmek için mi bunu da bilmiyorum ya zaten. Önemli de değil. Peki ya zaman kavramına gelince? Öyle bir kavram gerçekten var mı? Ben buna inanmıyorum. Çünkü gerçekten böyle bir kavram olsaydı istediğinde tersine işlemezdi. Bu zamana kadar bana öğretilen çoğu şeyin yanlış olduğuna karar verdim. Yani benim kendi doğrularım oluşmaya başladığından beri yanlış şeylerle büyüdüğümü fark ettim. Neden peki? En başta ailem bana yanlış şeyler öğretmiş ve bunları bana dayatmışsa, diğer insanlar bana neler yapmaya çalışmaz ki? Yeni bir öğrenme sürecine girdim. Yeni şeyler öğreniyorum. Yeni dünyalar tanıyorum. Yeni kararlar alıyorum. Kendi doğrularımla yüzleşiyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Yani bir yenilenme sürecindeyim. Bu nedenle;

Etrafıma verdiğim rahatsızlıktan ötürü herkesten özür diliyorum!

Çarşamba, Mayıs 26, 2010

"Ben"in Masalı

Bugün bir masal yazmak istedim kahramanı “ben” olan. Beyaz atlı bir prens beklemeyen, aynanın ona en güzel olduğunu söylemesini istemeyen, prensin gelip onu öpmesini ummayan “ben”.

Neden her masalda sihirli bir şeyler olmak zorunda?

Normal insanların da masalları olamaz mı?

Bugün kahramanı “ben” olan bir masal yazmak istedim. Çok mu zor bunu istemek? İstememek mi gerek? Bilemedim.

Ama ben yine de “ben” in masalını yazacağım. Bu konuda inatçıyım. Siz de okumak için buradaysanız eğer; okuyacaksınız! Üzgünüm…

Bir gün bir “ben” varmış derslere girmekten çok sıkılan. “Ben”in bu hafta son okulda son haftasıymış. Bu “ben”, sevgilisiyle de biraz atışıkmış. Ve final sınavları yaklaştığı için tüm gerilimler birikmiş. “Ben” bu yüzden kendini çok baskı altında hissediyormuş. Araları limoni olan sevgilisine bile derdini anlatamıyormuş. Kendini açıklama yeteneğini kaybetmiş. “Ben” bazen çok bunaldığında ağlamak istiyormuş ve ağlayamıyormuş. Bu “ben”in hayatındaki en acayip dönemmiş. Çünkü “ben”in hisleri öyle acayipmiş ki bu aralar, “ben” ne yapacağını bilemiyormuş.

Peki “ben” bundan sonra ne yapmalı?

Salı, Mayıs 25, 2010

Soru İşareti?

Ne yapmak gerek?

Gülmeyi yeniden öğrenmek için ne yapılması gerek?

Yaşamaya bir şekilde devam ediyoruz o tamam da, yaşarken aynı zamanda eğlenebilmek için ne yapmak gerek?

Hayatın çelme çakmasını engellemek için daha ne kadar hızlı koşmak gerek?

Üzerine yüklenen tüm o yükleri bir köşede bırakabilmek için yüklerin daha ne kadar artması gerek?

Hayata yeniden başlamak için hangi noktadan itibaren silmek gerek?

Ağlamaktan yorulup gözyaşlarının tükenebilmesi için daha ne kadar gözyaşı dökmek gerek?

Peki ya ağlayamıyorsan artık?

Tekrar ağlamayı öğrenebilmek için daha ne kadar acı çekmen gerek?


Pazartesi, Mayıs 24, 2010

ZEHİR...

Uzandım yatağın başucundaki telefona. Önce sen arıyorsun sandım. Sonra fark ettim ki kapatmayı unuttuğum alarmmış. Oysaki uyumakta ne kadar zorlanmıştım. Nerden çaldı ki şimdi bu alarm? Ümitsizce uyumaya çalıştım tekrar. Olmadı. Kalktım. Mavi bir ışık aydınlattı olayı. Yanıp yanıp söndü. Açık kalan bilgisayarın ekranı karanlıktı ama mavi ışığı yanıyordu. “Mail gelmiş” diye heyecanla koştum. Hemen maillerimi kontrol etmeye başladım. Her yerden vardı da, bir senden yoktu.

Tekrar yatağa yöneldim. Hiçbir yere gidesim gelmiyordu. Sadece uyumak istiyordum ama onu da yapamıyordum. 3 gündür damla gözyaşı dökmememe rağmen içimde bir kor vardı. Nefes alamıyordum. Tıkandıkça kalkıp spreyimi sıkıyordum. Oysaki günde 1 kere demişti bana doktor. Doz aşımı ne yapabilir acaba diye düşünmekten kendimi alamıyordum. 

Arkamı döndüm her şeye. Düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Yok. Bir çıkış yolu yok. Mutlaka vardır bir yerlerde ama o kadar uzakta ki herhalde. Hiçbir ışık görünmüyor.

Sonra tekrar telefon çaldı. Yine heyecanlandım. Ama yine alarmdı. Üçüncüsü de çalmasın diye kapattım alarmları. Sonra diğer telefona yöneldim. Ondaki alarmları da kapattım. Kimse rahatsız etmesin beni diye bilgisayarı da kapattım. Ev telefonunun fişini çekip kapı zilinin kablosunu kopardım.

Yavaşça odama gelip günlerdir başucumda duran ilaç kutusunu yere devirdim. “O kadar aciz değilim!” dedim kendime bağıra bağıra. Yere çöküp çığlık ata ata ağladım. 3 gündür biriktirdiğim her şeyi dışarı attım. İçimde hiç bir zehir kalmaması için her şeyi dışarı attım.

Sonra yatağıma geçip uyumayı denedim yeniden. Bu sefer gözlerim kapanabildiler nedense. Uyuyabildim.

Tek ihtiyacım zehri yok etmekmiş. Daha önce neden fark edemedim? …

Pazartesi, Mayıs 03, 2010

Gölge Avcıları

Duydum. Etrafta çok söylenti var. Birileri yakalıyormuş insanların gölgelerini. İnsanların karanlık yüzleri kalmasın diye. İyilik yaptıklarını zannediyorlarmış. Kimsenin gölgesini onda bırakmıyorlarmış. Şimdi gölgem ve ben dışarı çıkmaya korkuyoruz. İstemiyorum ondan ayrılmak ben. Vermek istemiyorum onu kimselere. Benim olan bir şeyi neden benden alsınlar ki?

Ama hissedebiliyorum. Buradalar. Kapının önündeler. Dışarı tek bir adım attığımda onu benden alacaklar. Bu yüzden korkuyorum. Kendimi eve kapattım.

Tüm ışıkları yaktım. Gölgemin benimle olduğundan emin olmak için. Gece gündüz fark etmiyor. Işıklar hep yanıyor.

Karanlık yüzüm hep bende kalsın ki aydınlık olmayı daha kolay öğreneyim. Onu vermek istemiyorum.

Ama geldiler. Kapının önündeler. Beni rahat bırakmayacaklar gölgemi almadan.

Ne yapmam gerekiyor?

Bana yardım edin…

Perşembe, Nisan 29, 2010

Rüya...

…“Zorla uyandırmayın beni. İstemiyorum. Ben kendiliğimden uyanırım. Kendim uyanmayı daha çok seviyorum. Bunu bile bile beni zorla uyandırmaya çalışmayın.” Diye bağırıp uykusuna geri döndü. O kadar üşümüştü ki yatağın içinde büzüşmüştü. Belki de evden ayrılarak iyi bir şey yapmamıştı. Belki de çok pişman olacağı günler gelecekti. Ama şimdi bunları umursamıyordu hiç. Uyumak istiyordu. Sadece uyumak. Girdiği depresyon süresi bitene kadar, ortam sakinleşene kadar, huzur geri gelene kadar…

Ama birden yatakta sarsılarak uyandı. -yine- Sinirle kafayı çevirdi ama onu sarsan her kimse artık orda değildi. “Neden beni rahat bırakmıyorlar?” diye düşündü sinirle. Kalktı. Uykusunu böleni aramaya koyuldu. Sokak kapısı açıktı. Dışarı çıkmış olabileceğini düşünüp o da çıktı. Dar bir sokakta koşabildiği en yüksek hızla koşmaya başladı. Nefesinin tükendiği yere geldiğinde sokağın çıkmaz bir sokak olduğunu fark etti.

Geri dönmek istese de yolu artık kapanmıştı. Duvarın üstünden geçebilmek için tırmanmaya başladı. Elleri yaralandı, geceliği parçalandı ama o artık kovalayan değil kaçan olmuştu. Sonunda ulaştığı duvarın tepesinden yere hızla atladı. Biraz sert bir düşüş olmuştu ama bunu düşünmek için durmadı bile. Koşmaya devam etti.

Deniz kıyısına vardığında ne kadar süredir koştuğunu merak eder haldeydi. Peki ya şimdi ne tarafa gidecekti? Fazla düşünmeden denize girdi. Dalgalarla savaşarak, buz gibi suyun içinde ilerlemeye başladı. Birisi onun suyun derinliklerine çekmeye başladı. Kurtulmaya çalıştı, olmadı. Giderek dibe çöküyordu. Kan ter içinde gözlerini açtı. …“Zorla uyandırmayın beni. İstemiyorum. Ben kendiliğimden uyanırım. Kendim uyanmayı daha çok seviyorum. Bunu bile bile beni zorla uyandırmaya çalışmayın.” Diye bağırıp uykusuna geri döndü.

Perşembe, Nisan 22, 2010

Kırmızı Bir Gül...

Elimde kırmızı bir gül var…

- Ben sevmem kırmızı gülleri. Klasik her kutlamada hediye edilirler. Beyaz ve pembe de öyle. Hâlbuki kimse fark etmez sarı güllerin güzelliğini. Bir de “ayrılık” anlamını yüklemezler mi? Deli ediyorlar beni.-

Bu gül nerden geldi ki benim elime? Kim tutuşturdu ben farkında olmadan? Hatırlamıyorum. Ama şimdi elimde bu kırmızı gülle yürüyorum durmadan. Ardıma bakmadan. Nereye gittiğimi bilmiyormuşçasına yürüyorum. Neyse ki aradığım yeri bulmam çok zor olmuyor. Sessizce açık olan kapıdan içeri giriyorum. İçeride gürültüler var. Kahkaha seslerinin arasında ilerliyorum. İnsanlar gülüyor ama aslında içlerinde derin bir hüzün var. Hissedebiliyorum. Ardımda kalan herkes gözlerini elimdeki kırmızı güle dikiyor. - Benden beklenmeyecek bir hareket çünkü elimde kırmızı bir gül olması.- Sessizce merdivenlere yöneliyorum. Biliyorum ki yukarıda beni bekliyor. Odadan içeri sessizce giriyorum. “Nerde kaldın?” diyor bana sesinin son damlasıyla. “Geldim işte” diyebiliyorum sadece, “Geldim”. Elimdeki kırmızı güle bakıyor. Gülümsüyor. “Getirmişsin” diyor. O an hatırlıyorum işte elimde neden kırmızı bir gül var. Onu nerden, neden aldım? Hepsi tek tek aklıma geliyor. “Evet” diyorum “Getirdim”. Usulca eline bırakıyorum kırmızı gülü. Sakince kaldırıp elini, son bir kez kokluyor. Ve gözlerini ebediyen kapatmadan önce “Sonunda kavuştuk” diyor, “Sonunda kavuştuk”. Ve ben arkamı dönüp çıkıyorum odadan gözyaşları içinde.

Kırmızı güllerden artık daha çok nefret ediyorum bu sayede. Çünkü o son nefesinde dahi beni değil onları bekliyor. Aslında beni hiç sevmediğini bir kez daha anlıyorum…